Silvio Berlusconi daha önce, Avrupa Birliği’nin istediği kemer sıkma programının İtalya parlamentosundan geçmesi halinde istifa edeceğini açıklamıştı. Berlusconi, yeni yasa meclisten geçer geçmez İtalya Başbakanı Giorgio Napolitano’ya istifasını sundu. Daha sonrasında, kabinesini son kez toplayan Berlusconi, Napolitano ile bir araya gelip kamuoyuna görevinden ayrıldığını açıkladı. İtalya’da Berlusconi dönemi en azından şimdilik kapanmış gözüküyor. Berlusconi “veda konuşması”nda, İtalya için seçime gitmekten başka çare olmadığını, kendisinin de seçimlerde aday olmayacağını söyledi. Ayrıca Berlusconi, daha önce 41 yaşındaki eski Adalet Bakanı ve Özgürlükçü Halk Partisi (PDL) Genel Sekreteri Angelino Alafno’yu “halefi” olarak gördüğünü söylemişti.
Berlusconi’nin istifasını açıklamasından kısa bir süre sonra, onun yerine, İtalya Cumhurbaşkanı’nın “hayat boyu senatör” ilan ettiği (“Süper Mario” lakaplı) Mario Monti öncülüğünde yeni bir teknokratlar hükümeti kuruldu. Hem dünya hem de Avrupa sermayesi Monti’den İtalya’yı içine düşmüş olduğu krizden çıkarmasını bekliyor. Tabii ki bunun nasıl yapılacağına ilişkin, ne patronlar kulübünün ne de Monti’nin kurmaylarının elinde hazır bir reçete yok! Lakin Monti’nin başarılı olabilmesi için parlamentodaki diğer partilerin de desteğini alması gerekiyor. İtalyan iç siyasetinin kaotik atmosferi düşünüldüğünde, Monti’nin işi pek de kolay olmayacak.
İtalya’da “başarılı” bir ekonomist olarak tanınan 68 yaşındaki teknokrat Monti, Milan’ın prestiji ve yetiştirdiği finans uzmanları ile bilinen Bocconi Üniversitesi’nin de bir zamanlar yöneticisiydi. Monti’nin küresel finans çevrelerindeki deneyimi ve İtalya’nın iç siyasetine yönelik sert eleştirileri, onun İtalya’yı düze çıkaracağına ilişkin burjuva yanılsamaları güçlendiriyor. Lakin dünya ekonomisinde ve Yunanistan’da yaşanmaya devam eden kriz hala aşılamamışken, sermaye cephesinin gereğinden fazla umutlu olmasını gerektirecek hiçbir durum olmadığını da ayrıca belirtmekte yarar var. Parlamentodan çıkan yeni “reform paketinin” içinde emeklilik yaşının 67’ye çıkarılması ve vergilerin arttırılması var. Sermaye sınıfının bekletilerinin aksine, bu durum başta işçi sınıfı olmak üzere, bu değişikliklerden açık bir biçimde etkilenecek olan bütün sosyal kesimlerin öfkesini çekmekten ve İtalya’da sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine neden olmaktan başka bir etki yaratmayacaktır.
İtalyan burjuvazisinin “tek umudu”, hem Avrupa hem de İtalya işçi-emekçi kitlelerinin bu ekonomik restorasyon sürecini “uysal kedi” misali karşılamasıdır. Yoksa diğer seçenek, yani çalışan sınıfların kemer sıkma politikalarına karşı mücadeleyi yükseltmesi halinde, küresel sermaye gruplarını ve onların temsilcisi konumundaki Avrupa hükümetlerini bekleyen son gerçek bir felaket tablosu olacaktır.
İtalya’nın ekonomik ve politik göstergeleri
İlk olarak 1995 yılında iktidara gelen Silvio Berlusconi, 1994-1995, 2001-2006 ve 2008’den bugüne kadar, İtalya’yı toplam dokuz sene boyunca yönetti. 2008’deki küresel ekonomik krizin başlamasından bu yana, İtalya’nın borç yükünün ve zayıf ekonomik performansının artık sürdürülemez bir hal alması, en sonunda Berlusconi’yi koltuğundan etti.
Berlusconi daima, uluslararası kamuoyunun gündemine politikacı kimliğiyle değil, daha çok “özel hayatıyla” geldi. Ayrıca o, iktidarda olduğu dönem boyunca, bir medya patronu olmasının da bütün avantajlarını sonuna kadar kullandı. Berlusconi’nin arkasında nasıl bir ekonomik miras bıraktığının incelenmesi, onun, üst üste elde ettiği seçim zaferlerinin ve nihai geri çekilişinin (istifasının) tam manasıyla anlaşılabilmesini de mümkün kılacaktır. Fakat bu türden bir çaba olmaksızın, ne İtalyan siyaseti ne de Berlusconi’nin bu sistem içindeki konumu yeterince aydınlığa kavuşabilir. Zira Marx’ın da pek çok kez vurguladığı gibi ekonomik temelde meydana gelen değişimler hangi biçim altında olursa olsun daima siyasi üst yapıdaki değişimlerin biricik kaynağıdır.
1994 yılındaki 8 aylık iktidarını saymazsak, Berlusconi’nin dokuz yıl süren iktidar dönemi 2001 sonrasını kapsıyor. Bu dönemde, İtalya’nın ortalama GSYİH büyüme oranı, Avro bölgesinin ortalama büyümesi olan yüzde 0,95’e karşılık, sadece yüzde 0,13 oranında kaldı. Yine bu dönemde enflasyon oranları yüzde 2-3 bandında tutularak fiyat istikrarı sürdürüldü. 2001 yılına kadar yüzde 10’un üzerinde seyreden işsizlik oranı yüzde 6,8’lere kadar çekildi, ancak fazi dışı bütçe fazlasının/GSYİH oranı yüzde 5-6’lardan yüzde 1 oranında açığa kadar geriledi. Kendi döneminden önce düşüşe geçen cari hesap fazlası/GSYİH oranı da 2010 itibariyle yüzde 3 açığa kadar ulaştı. Aynı dönemde, dünyadaki eğilimlere bağlı olarak doğrudan sermaye girişi arttı ve 2007’ye kadar her yıl GSYİH’nin yüzde 1-2’si oranında bir sermaye akışı gerçekleşti. Böylelikle cari hesap açığının finansmanı bir ölçüde sağlandı.
Berlusconi’nin 2001-2006 arası iktidarı döneminde, kamu harcamalarının ciddi bir oranda artmasına rağmen net borç/GSYİH oranını sınırlı ölçüde aşağıya çekebilmesinin nedeni olarak, 2001 öncesinde yüzde 5’in üzerinde seyreden reel fazi oranının yüzde 2,5-4 arasına çekilmiş olması gösterilebilir. Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan “Küresel Rekabet Endeksi” sıralamasında İtalya, 2001’de 26. sıradayken, 2011’de 48’inci sıraya geriledi. Başka bir deyişle Berlusconi dönemi, İtalyan ekonomisine ilişkin, sözde “risk algılamalarının düştüğü” ve küresel yatırımcıların bu ülkeye ilgisinin “arttığı” bir dönemmiş gibi gösterilmeye çalışılsa da, bu dönem, özellikle de kamu kaynaklarının iktidar partisi tarafından kontrolsüz bir biçimde har vurup harman savrulduğu bir dönemdi. Berlusconi’nin 9 yılda yarattığı bu sistem tepeden tırnağa gerçek bir yolsuzluk ekonomisiydi.
Takip edenler hatırlayacaktır, Berlusconi’nin, Roman Prodi’ye karşı 2006 seçimlerini kaybetmesi, iktidara iki senelik bir ara vermesine neden olmuştu. Fakat o, 2008’de ortaya çıkan politik krizin neden olduğu erken seçimi kazanarak yeniden iktidar olmayı başardı. Yukarda da ortaya koymuş olduğumuz gibi, ekonomik açıdan “başarısız” olmuş bir liderin dokuz sene boyunca iktidarda kalması ve iki senelik bir aradan sonra tekrardan iktidara dönebilmesi sadece onun kişisel servetiyle açıklanabilir mi? İtalyanların iki yıl aradan sonra Berlusconi’ye yeniden oy vermesinin gerçek nedeni neydi?
Aslında Berlusconi’nin 2008’deki seçimi kazanmasını sağlayan, Prodi’nin, Berlusconi’nin daha önceki politikalarının tersine, emekçi nüfusun büyük çoğunluğu üzerindeki vergi yükünü ağırlaştırmasıydı. Halbuki Prodi’nin vergi politikaları Avro bölgesi üyesi bütün ülkeler için geçerli olan “bütçe kurallarını” yerine getirmekten ibaretken, bu durum, İtalyanların – özellikle küçük burjuva “emekçi” kesimlerinin – yeniden Berlusconi’ye yüzünü çevirmesine neden oldu. İşte Berlusconi’nin “rahatlatmaya” dayalı bu ekonomi yönetim tarzı, 2008-2011 arasındaki küresel krizin ilk döneminde çatırdamaya başladı, ikinci dönemde çözülmeye devam etti, üçüncü dönemde ise Berlusconi’yi koltuğundan eden bir siyasi deprem biçimi aldı.
Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın ortak geleceği
İtalya, Yunanistan’dan sonra Avrupa’nın borç yükü en yüksek ikinci ülkesi. Aynı zamanda Avro Bölgesi’in üçüncü büyük ekonomisi. Dünyanın ise sekizinci büyük ekonomisi. Yunanistan’ın aksine güçlü bir sanayisi var. Bu yüzden, İtalya’nın iflası Yunanistan gibi olmaz, yanında yüzlerce şirketi ve onlarca bankayı götürür. AB’yi kaygılandıran da bu değil mi? Söz konusu olan herhangi bir ülke değil; İtalya dünyanın en büyük üçüncü tahvil pazarı. Sistem, Yunanistan’ın iflasını kaldırabilir ama söz konusu olan kapitalizmin geleceği ise İtalya’nın kesinlikle iflas etmemesi gerekiyor. Bu yüzden küresel sermaye gruplarının gözü kulağı şimdilerde İtalya’da!
Aslında İtalya’nın krizi ekonomik olduğu kadar siyasi de. Neyi mi kastediyoruz? Kuşkusuz borç yükü ciddi bir sorun ama İtalya diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında bazı avantajları olan bir ülke. Örneğin mali yapısı birçok Avrupa ülkesine kıyasla daha iyi durumda. Berlusconi son bir yıl içinde, özellikle kamu maliyesini düzeltme yönünde somut adımlar atmıştı. İtalya’nın kamu borcu yüksek ama kamunun borcunda, yabancı sermayenin payı Avrupa’nın diğer ülkeleriyle karşılaştırıldığında daha düşük. Bankacılık sistemi görece dayanıklı. Onca strese ve kötü kağıt stokuna rağmen güçlü bir finans sistemi var. Emlak sektöründe ise ABD’de ve İspanya’da yaşanan türden bir balon henüz patlamasa da, elbette bu durum “hiç olmaz” anlamına da gelmiyor.
İlk bakışta çoğu insana ters gelse de, şu gerçeklerin altını çizmekte yarar var: İtalya’yı komşusu Fransa ile mukayese ettiğimizde, “teorik” olarak pek çok ekonomik göstergenin daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Avrupa Komisyonu verilerine göre, Fransa’da kamu açığının ulusal gelire oranı yüzde 5,8’e ulaşırkan, İtalya’da bu oran 1,8 puan daha düşük. Dış denge açısından da durum aynı. Fransa’nın bu yıl ulusal gelirin yüzde 3,9’u kadar cari açık vermesi bekliyor. İtalya’da ise bu oran yüzde 3,5 civarında. Fransa’da işsizlik oranının 2011 sonunda yüzde 9,5’i bulacağını tahmin edilirken, İtalya’da işsizlik oranının yüzde 8,4’ü görmesi bekleniyor. Şayet bu rakamlarda bir sapma yoksa, İtalya’nın kamudaki mali denge, dış denge ve istihdam konularında, Fransa’dan daha iyi bir durumda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fransa’nın İtalya’dan daha iyi bir durumda olduğu başlıca alan ise kamu borcu oranı ve büyüme hızı. Hemen hemen “aynı düzeylerde” seyreden bu iki ekonomiden İtalya krizle boğuşurken, Fransa’nın İtalya’dan “daha iyi durumda” olması ve hatta Almanya ile birlikte “Avrupa’yı kurtaracak güç” rolüne soyunmasını açıklayabilecek nedenlerden biri, Fransa’nın İtalya’ya kıyasla şimdilik “siyasi istikrar” açısından görece daha avantajlı olmasıdır. Fakat küresel krizin etkileri, İtalya’dan sonra artık Fransız semalarında da görülmeye başlandı.
İtalya’nın en büyük sorunlarından biri Berlusconi’nin kişisel çılgınlıklarıydı. AB’nin sert müdahalesiyle bu engel şimdilik aşıldı. Lakin bir teknokratlar hükümeti kuran Monti hem dışta hem de içte kayda değer bir desteğe sahip. Tıpkı Yunanistan’daki Lukas Papadimos örneğinde olduğu gibi, küresel sermaye gruplarının, İtalya burjuvazisinin ve Avrupa bankalarının Monti’den beklentisi, kemer sıkma paketini derhal uygulamaya koymasıdır. Monti kendisinden beklendiği gibi – AB’nin planlarına göre – sert ekonomik tedbirler yoluyla, ülkeyi bir sonraki seçime taşıyacak güçlü bir hükümet inşa etme göreviyle karşı karşıya. Ayrıca, görünen o ki Monti’nin siyasi kariyeri bu “geçiş hükümeti” ile sınırlı kalmayabilir. Örneğin Kemal Derviş de, ABD’den Türkiye’ye benzer bir misyonla yollanmıştı ama burada kaldı ve siyasete devam etti. Derviş, Türk siyasi hayatının yön değiştirmesine neden olan pek çok olayın içinde yer aldı. Aynı şekilde Monti de İtalyan siyasi tarihinde benzer bir rolü oynayabilir ya da esas işini bitirdikten sonra ortalıktan kaybolabilir. İki ihtimalin de gerçekleşme olasılığı yüksektir.
İtalya ve Yunanistan’ın siyasi koşulları pek çok açıdan birbirine “benzer” bir yapıya sahip. Nasıl mı? Hem İtalya’da hem de Yunanistan’da siyasi kurumlar uzunca bir süredir kısır bir döngü içine girmişti. Bu yüzden hem Monti’yi hem de Papademos’u uzun yıllar siyasetin içinde görme ihtimalimiz epeyce yüksek. Küresel şirketler ve Avrupa bankalarının arzusunun bu yönde olduğu görülüyor. Berlusconi ve Papandreu gibi “eski kuşak” politikacıların geri plana itilerek, ABD ve AB destekli politikacıların öne çıkarılma sürecine önümüzdeki dönemde daha sık tanıklık edeceğiz. Sonuç olarak, Kapitalizm kriz dönemlerinde daima olağandışı rejimlere ihtiyaç duymaya devam edecek görünüyor. Çünkü hem burjuva siyasal partilerin seçim süreçlerinde ayakta kalabilmesi hem de sistemin “meşruluğunun” sürdürülebilmesi için kemer sıkma politikalarının siyasiler yerine teknokratlara uygulatılması tercih ediliyor.
İtalya ile ilgili son birkaç haftalık gelişmeler gösteriyor ki, sadece uluslararası finans piyasaları ve finans medyası değil, daha da geniş bir kesim (bunun içinde burjuva ideologları da var) bir sonraki gelişmenin ne olabileceği konusunda düne nazaran daha “gerçekçi bir yaklaşım” sergiliyorlar. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz krizlerinin tecrübeleri hala zihinlerde. Küresel sermaye cephesinde, dünyayı ve Avrupa’yı kendine esir eden ekonomik krizin daha uzun bir süre devam edeceği hususunda adı konulmamış bir “sessiz mutabakat” var. Başka türlü olması da zaten düşünülemezdi.
En azından İtalya deneyimi bunun en iyi göstergelerinden biri. Özellikle Yunanistan ve İtalya’nın geldiği nokta şunu kanıtlıyor ki sadece teknokratları göreve getirmekle kapitalist ekonomilerin sorunlarının çözülmesi mümkün değil. Bu ülkeler için erken seçime ya da genel seçime gitmek de ne kısa ne de uzun vadede sorunu çözmeyecek. Bu durum hem AB’yi hem de küresel mali sistemi geriye dönüşü mümkün olmayan bir noktaya sürüklüyor. Yine de kapitalizm kolay kolay pes etmeyecek; AB’nin “küçülerek” yoluna devam etmesi ve nispeten “ulusal korumacı” politikalar yoluyla küresel piyasaların rahatlatılması, kapitalist sistem üzerinde (geçici de olsa) bir süre için “gevşeme” etkisi yaratabilir. Fakat bu gevşeme durumu da fazla uzun sürmeyecektir. Çünkü sorunun kaynağı, küresel ekonomik sistemin bu değişimleri gerçekleştirmeye uygun olmayan işleyiş yasalarında yatıyor. Bu yüzden hem Avro ’nun çökmesi hem de Avrupa Birliği’nin parçalanması, içinden geçmekte olduğumuz küresel kriz sürecinin “en heyecan verici” gelişmelerinden biri olabilir. Tabii ki böylesi bir durum, aynı zamanda emperyalist savaşlarla sonuçlanabilecek olan uluslararası siyasi-ekonomik gerilimlerinden zirve yaptığı bir dönem olacaktır.
Özetle, doğrudan artı-değer yaratan üretken sermayenin uluslararasılaşma süreci olarak tanımlayabileceğimiz küreselleşme olgusu ve onun evrensel dinamikleri, sistemi düzenlemesi beklenen burjuva reformların gerçekleşmesi önündeki en büyük engeldir. Bu sorunu aşmanın yegane yolu özel mülkiyet üzerine kurulu ulus-devlet yapılarının tamamen ortadan kaldırılmasıdır ki, bu da kapitalizmin doğal sınırları içinde mümkün değildir. Bunu gerçekleştirebilecek olan güç işçi sınıfından başkası değil. Çünkü sürekli eşitsizlik ve sömürü üreten bu sistemin varlığını sürdürmesinden (nesnel olarak) çıkarı olmayan tek sınıf hala işçi sınıfıdır. Onun dışında kalan bütün sınıf ve katmanlar ister doğrudan ister dolaylı yoldan olsun kapitalizmin devam etmesinden bir şekilde çıkarı olan sınıf ve katmanlardır.
İtalya’da yeni dönem ve yeni perspektifler
Berlusconi istifasını açıklar açıklamaz, binlerce İtalyan, ülkenin büyük meydanlarında toplanarak çoşkulu kutlama gösterileri yaptı. İktidarda ve muhalefette bulunduğu yıllarda kendi halkına büyük sıkıntılar yaşatmış olan bu politikacının istifa haberi, doğal olarak İtalya işçi sınıfı için kutlamaya değer bir haberdi. Lakin İtalya işçi sınıfı “kutlama havasından” bir an önce çıkmak zorunda. Çünkü Berlusconi’nin yerini alan Monti, bu göreve, borç içinde yüzen İtalyan şirketlerini-bankalarını kurtarmak ve Avrupalı siyasi liderlerin akıl dışı taleplerini karşılamak için atanmıştır.
Monti öncülüğünde kurulan teknokratlar kabinesinin esas işlevi, AB çapında, krize “tek alternatif” olarak sunulan, kemer sıkma programının harfiyen yerine getirilmesidir. Monti’nin uygulamaya koyacağı acı reçetenin iki ana gündem maddesi var: Mali sistemin işçi sınıfı aleyhine yeniden düzenlenmesi (vergilerin arttırılması) ve şirketlerin-bankaların çıkarlarının koruma altına alınması (borçlar meselesi). Bu yüzden, Monti’nin İtalyan emekçilerinin yararına bazı icraatlarda (sosyal hakların koruması vb.) bulunacağına inanmak için oldukça saf olmak gerekiyor.
Monti’nin liderlik ettiği teknokratlar kabinesi İtalya işçi sınıfının kazanımlarına göz dikmiş durumda. Hükümet programının ana gündem maddelerini, işçi sınıfını ezen ekonomik önlemler ve Avrupa sermayesinin talepleri doğrultusunda kamu sektöründe yapılacak (yaygın işten çıkarmalarla sonuçlanacak) özelleştirmeler oluşturuyor. Başka bir deyişle bu kabine, sosyal güvenlik, ücretler ve emeklilik yaşı gibi emekçi sınıfları ilgilendiren konularda, İtalya’da son 20 yılda yapılanlardan daha büyük bir saldırıyı gerçekleştirmek için iş başına getirilmiş olan bir burjuva hükümetidir. Bu açıdan bakıldığında, Yunanistan’da Papadimos’un, İtalya’da Monti’nin iktidara gelişi, gelecekte Avrupalı emekçilerin karşı karşıya kalacağı saldırıların da bir habercisidir.
İtalyan emekçileri için sadece tek bir seçenek var, o da Monti hükümetine karşı kararlı ve militan bir mücadele yürütmektir. Bunun yolu, ister güvenceli, ister güvencesiz, ister genç, ister yaşlı, kadın ya da erkek, sınıfın bütün bileşenlerinin (hangi ırk ve inançtan olursa olsun) aynı kitlesel-demokratik öz örgütlenmelerin içinde bir araya gelmesinden geçiyor. Ayrıca, bütün dünyada kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmayı hedefleyen Marksist partilerin inşası sorunu da, bu mücadele sürecinin (hem dünyadaki hem de İtalya’daki) en önemli saç ayaklarından biri olmaya devam ediyor.
Ancak hem dünya solunun hem de İtalyan solunun bir bölümünün öngördüğü biçimiyle, İtalya işçi sınıfının kurtuluşu, reformist-parlamenterist bir çizgiye kendini hapseden ve sözde siyasal ve toplumsal muhalefeti örgütleyeceği umulan bir “antikapitalist sol parti” inşa etmeye çalışarak gerçekleşemez [1]. Daha önce pek çok ülkede denenen bu yöntem, her defasında, parti içinden çıkan bir ya da iki büyük oportünist eğilimin burjuva partilerine yedeklenmesiyle sonuçlanmakta, ve ne yazık ki bu durum, parti içindeki devrimci unsurların da zamanla azınlık konumuna sürüklenmesiyle sonuçlanmaktadır. Sınıflar mücadelesi tarihi bu türden sayısız deneyimin acı örnekleriyle doludur.
Monti hükümetinin uygulamaya koyacağı kemer sıkma programına karşı uzun vadede sosyalist bir iktidar alternatifinin yaratılabilmesi için hem hükümet politikalarına karşı çıkan en geniş emekçi kesimlerin ortak bir zeminde (kitlesel-demokratik öz örgütlenmeler temelinde) biraraya getirilmesi hem de Marksist bir partinin önderlik edeceği devrimci bir işçi hareketinin temellerinin bugünden atılması gerekiyor. Aksi halde, kısa vadede ele alındığında, (tıpkı krizle boğuşan diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi) erken ya da genel seçim yoluyla Avrupa ve İtalyan burjuvazisi hem vakit kazanacak hem de krizin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkmak için önemli bir avantaj elde edecektir.