Avrupa Birliği’nde kırılma

Avrupa’nın geniş bölümlerinin harabeye çevrilmesinden bu yana 70 yıl geçti. Büyük güç tutkuları, milliyetçilik ve faşizm, kıtayı, toplamda 100 milyon dolayında kurbana mal olan iki dünya savaşının odak noktası yaptı. Aynı eğilimler, şimdi, bir kez daha yayılıyor.

Egemen seçkinler, Avrupa’nın her yerinde, keskin bir şekilde sağa kayıyor. Onlar, askeri harcamaları arttırıyor, Ortadoğu ile Afrika’daki emperyalist savaşlarda yer alıyor, sınırları kapatıyor ve sığınmacılara karşı yabancı düşmanı düşünceleri kışkırtıyorlar. Otoriter yönetim biçimleri geliştiriyor ve artan toplumsal gerilimleri bastırmak için bir polis devleti oluşturuyorlar.

Sosyalist Parti hükümeti, Paris saldırılarından sonra, üç aylık bir olağanüstü hal uygulamaya koydu, binlerce askeri sokaklarda görevlendirdi ve ordunun tek uçak gemisini Suriye’yi bombalamak üzere Basra Körfezi’nde konuşlandırdı. Bu politikanın faydalanıcısı, son bölgesel seçimlerin ilk turunda en güçlü parti haline gelmiş olan sağcı Ulusal Cephe oldu.

Macaristan’da ve Polonya’da, hükümetler, açıkça, 1920’lerin ve 1930’ların otoriter rejimlerine olan hayranlıklarını itiraf ediyorlar.

Almanya’da, önde gelen politikacılar ve akademisyenler, ülkenin Avrupa’da yeniden “egemen” ve “disiplinci” bir rol üstlenmesini ve Nazi rejiminin suçları hiç yaşanmamış gibi, dünyada bir büyük güç olmayı hedeflemesini talep ediyorlar. Berlin’in ekonomik açıdan daha zayıf olan AB üyelerine yıllardır dayattığı kemer sıkma politikaları, toplumsal ve siyasi gerilimleri Avrupa genelinde ağırlaştırıyor.

Almanya başbakanının farklı bir şekilde siyasi takipçisi olan İtalya Başbakanı Matteo Renzi bile, bu hafta Financial Times’da, popülizm alevlerini körükleyen ve kıta çapında görevdeki hükümetlere zarar veren ekonomik politikalar yürüttüğü ve bu politikaların, Almanya lehine ve İtalya zararına çifte standarda dayandığı gerekçesiyle, Angela Merkel’i eleştirdi. Varşova, Atina, Lizbon ve Madrid’deki hükümetler, Renzi’nin şikayet ettiği gerçek büyümeye dayanmayan mali disiplin politikaları izledikleri için görevlerinden oldular.

Son günlerde medyada çıkan çok sayıda yorum, artan çelişkilerin ve gerilimlerin basıncı altında AB’nin potansiyel parçalanmasına odaklanıyor.

Reuters muhabiri Paul Taylor, “Avrupa’nın cehennemden gelen yılı, daha kötüsünün geleceğinin alameti olabilir” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “2015 krizleri, Birlik’i paramparça etmekle tehdit etti ve onu hırpalanmış, zedelenmiş, ümitsizliğe kapılmış ve yeni bariyerlerle darmadağın edilmiş bıraktı.”

AB Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, Die Welt’de, hiç kimse, “AB’nin on yıl içinde bu şekilde var olacağı”nı söyleyemez, uyarısında bulundu. O, alternatif, “bir milliyetçilik Avrupa’sı, bir sınırlar ve duvarlar Avrupa’sıdır. Bu yıkıcı olacaktır çünkü böylesi bir Avrupa, geçmişte kıtamızı defalarca felakete sürüklemiştir.” diye yazıyor.

Süddeutsche Zeitung’daki bir başyazı bile, AB’nin parçalara ayrılması ihtimaline karşı bir “B Planı” talep ediyor. Gazete, Yunanistan’dan ve sığınmacı krizinden ya da Britanya’nın AB’den çıkmasından daha büyük tehlike “yeni-milliyetçilik”ten geliyor, diye belirtiyor.

Bu ve benzeri yorumlar AB’nin parçalanması ve bunun olası sonuçları hakkında uyarıda bulunurlarken, Avrupa’da milliyetçiliğin ve militarizmin neden yeniden alevlendiği sorusuna cevap vermiyorlar. Aslında, bu soruyu gündeme bile getirmiyorlar.

Resmi propagandanın aksine, AB, Avrupa’yı iki dünya savaşının merkezi yapan çelişkileri hiçbir zaman aşmamıştır. AB, Avrupa halklarını birleştirmemiş ama daima içeride işçi sınıfına ve dışarıda uluslararası rakiplere karşı en güçlü ekonomik ve mali çıkarların bir silahı olmuştur. O, bir eşitsizlik, diktatörlük ve savaş yuvasıdır.

AB, kıtayı kapitalist bir temelde birleştirmenin imkansızlığının kanıtı olarak yaşıyor. AB antlaşmalarının odağı olan kapitalist özel mülkiyetin ve sermaye ile karların serbest dolaşımının savunusu, kaçınılmaz olarak, AB’deki en güçlü şirketlerin gidişatı belirlemesi ve en güçlü devletlerin daha zayıflara iradelerini dayatması sonucuna sahiptir. AB, ulusal ve toplumsal çelişkileri hafifletmek yerine onları olağanüstü şiddetlendirmiştir.

AB’nin on yıl önce Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi, demokrasi ve refah getirmedi. Yeni üyeler, büyük Avrupa şirketleri için bir ucuz emek kaynağı olarak hizmet ettiler. Bir avuç yozlaşmış seçkin refahın tadını çıkarırken, refah programları yerle bir ediliyor, ücretler düşük tutuluyor ve işsizlik yüksek.

AB, özellikle de Almanya, mali sağlamlaştırma adına görülmemiş sosyal kesintileri zorla kabul ettirmek için 2008 mali krizinden faydalandı. İbret olsun diye cezalandırılan Yunanistan’da ortalama yaşam standartları birkaç yıl içinde yüzde 40 geriledi.

AB ve onun üyeleri, büyüyen toplumsal gerilimlere militarizm ve artan baskı ile karşılık verdiler. Terör saldırılarının gerçek ya da sözde tehlikesi, daha ileri anti-demokratik önlemler için bir bahane olarak hizmet etti.

Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki emperyalist savaşların sonuçları, sığınmacı kriziyle Avrupa’ya yansımış durumda. Sığınmacı meselesi, Avrupa’yı daha da kutuplaştırmıştır. Halkın geniş kesimleri dayanışma ile karşılık verirken, sınırlara tel örgüler kuran ve onlara savaş açan egemen çevreler, sığınmacılara karşı azgın bir kampanya başlattı.

AB’nin parçalanmasından kaynaklanan tehlikeler gayet ciddidir. Avrupa içinde bile, yeni savaşlar ve diktatörlükler belirmektedir. Bu tehlike, AB’yi savunma yoluyla değil; yalnızca AB’ye ve onun dayandığı kapitalist sisteme karşı amansız bir mücadele yoluyla önlenebilir.

Avrupa’yı halklarının çıkarları doğrultusunda birleştirmenin, onun geniş kaynaklarını herkesin yararına kullanmanın ve ilerideki savaşları önlemenin tek yolu, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nden geçmektedir. Yaklaşan felaketi, yalnızca Avrupa işçi sınıfının sosyalist bir program temelinde bağımsız seferberliği önleyebilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir