Bu topraklarda yaşayanlar, yöneticilerin ve onların emrindeki resmi makamların, her ciddi sorun karşısında, onu çözme değil ama örtbas etme eğilimi sergilediğini bilir. Ekonomik kriz mi var; siyasi gericilik mi yükseliyor; ortalıkta çeteler, tarikatlar, darbeciler, mafya vb. mi cirit atıyor? Abartmayın ve de merak etmeyin; yöneticilerimiz her türlü önlemi almıştır, her şey yolundadır! AKP iktidarı, “şark kurnazlığı” olarak literatüre geçmiş olan bu ikiyüzlü –ve itiraf etmek agerekir ki her defasında işe yarayan- tavrı, son bir kaç haftadır yine sergiliyor.
Ama bu “ikiyüzlü”lük gerçeği değiştirmiyor. Dünya borsalarında yaşanan son çöküşle birlikte ve bir öncekinden daha etkili biçimde açığa çıkan kriz öyle bir ortam yarattı ki, küreselleşme sürecinin yıkıma ve umutsuzluğa sürüklediği orta ve küçük mülk sahipleri içinde hep varolan milliyetçi, dinci vb. bütün gerici özlemler her an her yerde açığa çıkabilir hale geldi. Eli sopalı ya da silahlı faşizan güruhlar, 6 Nisan 2005 günü Trabzon’da bildiri dağıtan “solcu” gençlere yönelik linç girişiminden Altınova’ya kadar geçen üç buçuk yıl içinde, çeşitli il ve ilçelerde, “solcu”lara ve Kürtlere yönelik tam 13 linç ve pogrom girişiminde bulundular. Bu saldırılar, her defasında hükümetin işine yaramış ve onun sermaye adına “gerekli önlemleri alma”sına yardımcı olmuştu. Şimdi, Altınova’nın -ve Diyarbakır’ın- ardından, aynı senaryo, bir kez daha gündeme geldi. Bunu söylerken, elbette, söz konusu faşist saldırıların ya da PKK’nin eylemlerinin devletle / hükümetle işbirliği içinde “tezgahlandığı”nı söylemiyoruz (bu tür işlerle, bırakalım komplocular uğraşsın). Vurgulamak istediğimiz, kapitalizmin derin krizinin her türlü terör için gerekli ortamı fazlasıyla yaratmış olduğudur.
“Elime sopayı ya da silahı alıp sokağa dökülerek her sorunu çözebilirim” yollu düşüncelerin, kendisine “sahip çıkan” otoritenin (korumacı ulus devlet) yokluğunda yıkıma uğrayan küçük burjuvazi içinde, giderek yaygınlık kazanması, onun sınıfsal doğasının bir parçası olarak anlaşılabilir bir şey (o, hem -bir parçası olma hayali kurduğu ama kendisini yıkıma uğratan- büyük sermayeden hem de –dehşet verici geleceğini gördüğü- işçi sınıfından ölesiye nefret eder. Ama küçük burjuva, kapitalizmin yasası gereği ölesiye rekabet halinde olduğu “meslektaş”ına karşı da olumlu duygular besleyemez). “Daha iyi bir dünya için” mücadele ettiğini düşünen ama toplumsal gelişmenin dinamikleri hakkında herhangi bir fikri olmayan; dolayısıyla, bir grup arkadaşıyla gizli örgüt kurup, bir polis şefini ya da yöneticiyi öldürerek adaletsizliklere son verebileceğini düşünen “idealist” bir gencinin durumu ise – üretim sürecinde herhangi bir yer işgal etmediği için- kısmen farklı. Ancak onlar, kapitalist toplumun temel güçleri olan işçi sınıfı ile egemen burjuvaziden bağımsızlaştıkları ölçüde ortak mücadele yöntemlerine (yığınsal ya da bireysel teröre) sarılırlar. Bu yüzden, küçük burjuva terörü, egemen burjuvazinin hiç bir çıkış sunamadığı; işçi sınıfının ise toplumu sosyalizm yönünde değiştirecek, umut veren bağımsız bir güç olarak ortaya çıkamadığı dönemlerde canlanır.
Küçük burjuva terörizmi, hangi biçim altında olursa olsun, her koşul altında, burjuva iktidara hizmet eder ve sonuçta işçi sınıfını vurur. Ayak takımının her ayağa kalkmasının ya da bir terörist eylemin ardından, devreye devletin terörü girer. Ancak devletin terörü, sokağa dökülen ayak takımını hizaya getirmekten –ki bu çoğu durumda bir süreliğinedir- ya da teröristleri öldürmekten ibaret kalmaz. Burjuva devlet, “güvenlik güçleri”ni yeni silahlarla ve yetkilerle donatır; emekçilerin toplanma, gösteri yapma ve örgütlenme hakkını sınırlandıran yasaları ardı ardına çıkartır. Hem de, terör korkusuyla kendisini destekleyen geniş kitlelerin desteğiyle.
Faşist Provokasyonlar
İnsanların bayram ziyaretlerini sürdürdüğü 30 Eylül günü gazetelerde yer alan haberde, Altınova’da, İnönü Caddesi “üzerinde karşı karşıya gelen doğu kökenli grup ile Altınova´lı grup henüz belirlenemeyen bir nedenle tartışmaya başladı”ğı ve tartışmanın “kısa sürede büyüyerek taşlı sopalı kavgaya dönüştü”ğü bilgisi veriliyordu. Habere göre, kavgada, iki kişi (O. Dörtkardeş ile E. Kırcalı) ölmüş, altı kişi de yaralanmıştı; ama –her zaman olduğu gibi- “gerekli önlemler alınmış”tı ve “soruşturma sürüyor”du. Birçok gazeteye göre, saldırganlar, bir grup “kendini bilmez” idi(!) Onlar, “beldenin yerlisi olmayan vatandaşlara ait işyerlerine taşlarla” saldırmıştı (“beldenin yerlisi olmayan ama işyeri sahibi vatandaşlar!!??).
Sonuçta, ‘Kendini bilmeden’ Türk bayrağı açan bu güruh, ‘kendini bilmeden’ İzmir-Çanakkale karayolunu trafiğe kapatacak, yine ‘kendini bilmeksizin’ belde merkezinde toplanacak ve Kürtlere yönelik saldırılarını sürdürecekti. Olayların ikinci gününde, yaralı sayısı beşi bulurken, 37 kişi gözaltına alındı (kimi gazetelere göre gözaltı sayısı 42 idi. Geçerken, sonraki günlerde, gözaltına alınanlardan, iki kişiyi kamyonetle ezerek öldürmekle suçlanan M. Aksu ve E. Sürek dışında tamamının serbest bırakılacağını belirtelim). Bu “kendini bilmez bazı gruplar” faşistlerdi, hedefleri de beldede yaşayan Kürtler’di. Bu güruh, ellerinde bayraklarla, “Altınova bizimdir bizim kalacak” türü sloganlar eşliğinde Kürtlere karşı pogrom girişiminde bulunmuştu ve beldede fiili bir olağanüstü hal hüküm sürüyordu.
Olayların üçüncü gününe girildiğinde, faşistler, ellerinde Türk bayraklarıyla gösterilerini sürdürürken Kürtler, korku içinde evlerine kapanmışlardı; bütün bunlar da “alınan yoğun güvenlik önlemleri” eşliğinde yaşanıyordu. Gerçekten de, Balıkesir ve Bursa’dan beldeye gönderilen yüzlerce asker ve polis “gerekli önlemler”i almıştı. Ama Kürtlere karşı (!) Altınova’nın giriş ve çıkışlarında kimlik kontrolü yapmaya başlayan “güvenlik görevlileri”nin ilk işi, özellikle Doğu ve Güneydoğu illerine kayıtlı insanların beldeye girmesini engellemek oldu. Bu arada, DTP heyeti “can güvenliklerinin olmadığını düşündükleri için beldeye girmedi” ve TBMM’nin açılış resepsiyonunda, MHP lideri Devlet Bahçeli ve Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüşerek onlardan yardım istemekle yetindiler.
6 Ekim günü, Adana’nın çoğunlukla Arap kökenlilerin yaşadığı Hadırlı Mahallesi’nde bir gencin Şırnak nüfusuna kayıtlı (yani Kürt) bir başka genç tarafından bıçaklanarak öldürülmesinin ardından yaklaşık bin kişi sokağa döküldü. Bu güruh da, elinde Türk bayraklarıyla, “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Kahrolsun PKK”, “Her Türk asker doğar” vb. sloganlar atarak yürüyüş yaptı; adı belirtilmeyen bir kişi de, yaptığı konuşmada, “bunu, bir defaya mahsus şahsi dava olarak görüyoruz. Bir daha tekrarlanması durumunda, bu artık tüm Arap halkının ve tüm Türk milletinin davası olacaktır” diyerek Kürtleri açıkça tehdit etti. Haberden anlaşıldığı kadarıyla, yoğun önlemler almış olan “güvenlik güçleri”, “halkın bir kesimini diğeri aleyhinde kışkırtan ve huzursuzluk yaratan” bu güruhla ve söz konusu provokatörle ilgili hiçbir işlem yapmamış; göstericiler, ellerini kollarını sallayarak evlerine dönmüşlerdi.
Sonuçta, biraz “kendini bilmezlik” (Hürriyet Gazetesi), biraz “kız vb. meselesi” (Altınova Belediye Başkanı AKP’li Mehmet Ali Akçal), biraz ticaret ve tefecilik (Altınova’da ölen Kırcalı’nın Kürt düşmanı gösteriye dönüşen cenazesine katılan MHP Balıkesir milletvekili Ahmet Duran Bulut’un açıklaması)… Bütün bunların üstüne biraz alkol ve “aşırı demokrasi” (Balıkesir Valisi Selahattin Hatipoğlu’nun 5 Ekim tarihli yazılı açıklaması) katıldığında, yöneticilerin emekçiler için hazırladığı zehirli kokteyl tamamlanıyordu.
PKK’nin saldırıları
Altınova’daki Kürtler korkudan evlerinden dışarı çıkamadığı sırada, PKK, 4 Ekim günü, Hakkâri’nin Şemdinli ilçesindeki Aktütün Jandarma Sınır Bölüğü’ne bir saldırı düzenledi ve 17 askeri öldürdü. Böylece, Altınova’daki faşist provokasyon, burjuva basının, politikacıların ve resmi yetkililerin “sağduyulu” tavrı ve açıklamalarının yanı sıra, bu eylemin de katkısıyla gündemden kısmen düştü. Altınova kısmen “unutuldu” ama bu saldırıyla birlikte milliyetçi histeri bütün yurda yayıldı; Türkiye’nin, Kürtlerin “azınlık”ta olduğu bölgeleri, potansiyel birer Altınova oldu. Bir kez daha, pek çok evin penceresine bayraklar asıldı; birçok kentte, eline bayrak alıp sokağa koşanlar kitlesel eylemler yaptılar; asker cenazeleri, Türk şovenizminin yükseltildiği mitinglere dönüştü.
Derken, 8 Ekim günü, yine PKK’nin Diyarbakır’da polis servis aracına yönelik silahlı bir saldırısında, 4’ü polis 5 kişi öldü, 20 dolayında insan yaralandı. Bu saldırı, Türk milliyetçisi histeriyi daha da arttıracaktı. PKK’nin, bu saldırılarla, “Altınova’nın intikamı”nı almaya kalkmış olabileceğini, yalnızca, PKK, terör ve bu tür örgütlü silahlı saldırılar hakkında en küçük bilgisi olmayan ham kafalılar düşünebilirdi –ki öyle de oldu. Öte yandan, bu saldırılar, AKP’nin, rejimin tümüyle sivilleşmesini sağlayacağını uman liberal çevrelere, TSK’ye saldırmaları için bir fırsat da sundu: “Saldırı önceden biliniyordu ama gereken önlemler alınmamıştı!”
Aslında hangi varsayım doğru olursa olsun, izlediğimiz film hep aynıydı: Ne zaman bir kriz patlasa ya da yasalarda değişiklik gündeme gelse, faşistler bir provokasyon düzenler, PKK ile TSK arasında gerçekleşen bir çatışma neticesinde bir miktar asker ve gerilla hayatını kaybeder ya da kentlerden birinde, polise ve / veya sivillere yönelik bir saldırı gerçekleşir. Bunun ardından, zaten siyasi ve ekonomik olarak güç kaybetmekte olan egemen sınıfın ulusalcı-milliyetçi kanadı “teröre lanet” mitingleriyle, televizyon programlarıyla, gazetelerin saldırılarda ölenleri sonuna kadar sömürmesiyle ve benzeri propaganda savaşıyla birlikte tekrar güç kazanır. Savaş naralarına, bu ortamdan en fazla yararlanacak kesim olan iktidar partisi de katılır. Milliyetçilik histerisine kapılan kitleler –özellikle de işsiz ve bilinçsiz gençler- ise krizi, sefaleti ve giderek artan baskıları unutur ve Kürtlere saldırarak birikmiş öfkelerini kusarken, egemenler bütün etnik ve dinsel kesimlerden emekçilere karşı politikalarını uygulamayı sürdürürler.
Egemenler boş durmuyor
Bakın, bütün bunlar yaşanırken, egemenler cephesinde neler oluyordu:
PKK’nin Diyarbakır’daki son saldırısı sırasında, TBMM’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK), Irak’ın kuzeyine sınır ötesi harekât düzenlemesi için hükümete verilen yetki süresinin, 17 Ekim 2008’den itibaren 1 yıl daha uzatılmasını öngören Başbakanlık Tezkeresi oylanıyordu. Tezkere, 18’e karşı 511 oyla kabul edildi.
Başbakan Erdoğan, aynı gün, Çek Cumhuriyeti Başbakanı Marek Topolanek ile yaptığı ortak basın toplantısında, muhalefetin, “Türkiye-Irak sınırında bir tampon bölge oluşturulması” önerisine ilişkin bir soruya verdiği yanıtta, “bu konuda herhalde en isabetli tespiti yapacak olan siyasilerden çok, bu görevi vermiş olduğumuz silahlı kuvvetlerimizdir” dedi. Ardından da, İngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair ile basına kapalı bir toplantı yaptı (bu toplantıda görüşülen başlıca konunun Irak ve Kafkasya ile Afganistan olduğunu düşünmemek için bir neden bulunmuyor).
Önce, Cumhurbaşkanı Gül, “terörle mücadele” önlemlerinin sıkılaştırılmasının AB üyeliği –ve “demokratikleşme”- sürecini etkilemeyeceğini açıkladı. Bundan bir kaç gün sonra, 9 Ekim’de, Başbakanlık’ta başbakan R. Tayyip Erdoğan başkanlığında başlayan “Terörle Mücadele Toplantısı” yapıldı ve toplantının 14 Ekim Salı günü devam edeceği açıklandı. Basında yer alan haberlere göre, toplantıya, “Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Atila Işık, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, MİT Müsteşarı Emre Taner, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal ve öteki ilgililer” katıldı. Yani, Cumhurbaşkanı Gül hariç, devletin “zirve”si oradaydı. Henüz tamamlanmamış olan bu toplantıdan çıkacak olan “paket”i önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Önümüzdeki dönem, askeri önlemlerin yanında ekonomik-sosyal önlemler ağırlık kazanması gerektiği kimi kesimlerce çok daha fazla dile getiriliyor. Geçen yılki PKK’nin Dağlıca saldırısının ardından olduğunun aksine Kuzey Irak’ı işgal çağrıları burjuva medyada çok fazla yapılmıyor; ordu üst düzey komutanları topa tutuluyor. Diğer yandan Başbuğ “sivil” strateji uzmanlarıyla toplantı yapıyor; büyük sermayenin sözcüsü diyebileceğimiz köşe yazarları “Kürt sorununda 25 yıldır uygulanan aynı –askeri- yöntemin artık değiştirilmek zorunda olduğu”nu sürekli ifade ediyorlar.
Tüm bunlar önümüzdeki dönem, devletin, PKK ile mücadelede strateji değişikliğine gidebileceği sinyalini verebilir. Ancak yazının başında vurguladığımız bir gerçek de ortada durmakta. Küçük burjuva terörizmi, hangi biçim altında olursa olsun, her koşul altında, burjuva iktidara hizmet eder ve sonuçta işçi sınıfını vurur. Özellikle kapitalizmin içine girmiş olduğu mali krizin bu kadar derinleştiği ve sistemin topluca bir ekonomik çöküşün eşiğine geldiği böyle bir ortamda, toplumsal mücadeleleri ezebilmek için egemen sınıflar teröre ihtiyaç duyacaktır. Bu durum burjuva köşe yazarlarının “iyi niyetli” yorumlarının gerçekleşebilirliğine gölge düşürüyor.