Aylardır “cumhuriyet / laiklik ” mitingleriyle, askeri darbe tehditleriyle ve yol açtığı erken seçim dolayımıyla Türkiye’nin gündemini belirlemiş olan “cumhurbaşkanlığı tartışması”, eski Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bu makama seçilmesiyle son buldu. Abdullah Gül, 29 Ağustos günü TBMM Genel Kurulu’nda AKP’nin yanı sıra BBP ile bir bağımsızdan aldığı toplam 339 oyla 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Turgut Özal ile Süleyman Demirel’den sonra, Kemalist asker-sivil yönetici seçkinlerin dışından gelen üçüncü cumhurbaşkanına sahip oldu.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, Kemalistlerin geçtiğimiz bahar ve yaz aylarına damgasını vuran açık meydan okumasının yerini “ağırbaşlı” bir direniş aldı; “laikliğin son kalesinin düşmemesi için” mücadele ettiklerini iddia eden Kemalist seçkinler “laik devlet”in başına Milli Görüş kökenli birinin seçilmesini kolayca içlerine sindiremeyeceklerini ilk günden göstermeye başladılar.
TBMM’deki seçimlere ve yemin törenine Gül ailesi katıl(a)mazken, asker bürokrasi ile CHP boykot tavrı aldı. Bunun ardından, geleneksel “30 Ağustos Mesajı”nda “laik düzene karşı sinsi tuzaklar olduğu”ndan bahsen generaller, yeni cumhurbaşkanını askeri okulların mezuniyet törenlerine ve 30 Ağustos resepsiyonuna eşsiz davet ettiler. Bu, ordunun anayasal “başkomutan”ına ilk tavrıydı.
Öte yandan Gül, gerek “cumhuriyet’in demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti niteliklerine” vurgu yaptığı açıklamalarıyla gerekse Çankaya Köşkü’nde verdiği resepsiyona eşleri davet etmeyerek, geleneksel Kemalist yönetici elit ile -en azından şimdilik- açık çatışmaya girmeyeceğinin ilk sinyallerini verdi. Aslına bakarsanız, bunu yapmasına gerek de bulunmuyor. Kemalist seçkinler, bu topraklarda yıllardır milletvekilliği, dışişleri bakanlığı ve başbakanlık yapmış olan olan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkarken kullandıkları argümanlarla ve yöntemlerle, kendilerini zayıflatmada usta olduklarını fazlasıyla kanıtladılar.
Bu durumda insan, “Kemalistler neden bile bile bindikleri dalı kesiyorlar?” sorusunu sormadan edemiyor. Ancak bu sorunun yanıtını vermeden önce, onların “bindikleri dalı” gerçekten kesip kesmediğini düşünmek gerek. Bize göre, Kemalist yönetici seçkinler, bindikleri dalı kesmiyorlar. Onlar, her adımda çarpışarak çekiliyor; bu sayede kimi ayrıcalıkları koruma amacıyla oldukça “akılcı” bir yol izliyorlar. Kaldı ki bu süreçte, onun -çok daha gerçekçi olan- asker kanadının yeni sivil yönetici elitle uzlaşarak “sivil” izleyicilerini sırtında taşımaktan vaz geçmesi de olası.
Kemalistler ve yeni seçkinler
T.C. Devleti’nin kurucusu olan asker – sivil bürokrasi ile onları izleyen aydınlardan, kentli orta sınıfın kimi kesimlerinden ve “sol” – “sosyalist” maskeli sendika bürokrasilerinden oluşan Kemalistler, Türkiye’nin son otuz – kırk yıllık hızlı kapitalistleşmesi sürecinde iyice palazlanmış burjuvazisinin yeni yönetici seçkinleriyle karşı karşıyadır.
Ağırlıklı olarak geleneksel değerlere bağlı olan yeni seçkinler devlet yönetimi içinde, ekonomideki güçlerine uygun bir yer edinmeye çalışırken, temsilcisi oldukları sınıfın talepleri doğrultusunda, sermayenin merkezi devlet bürokrasisinin denetiminden olabildiğince kurtulması için mücadele ediyorlar.
Yeni seçkinler, Kemalistlere karşı uluslararası sermayenin ve onunla bütünleşmiş kapitalistlerin çıkarlarını savunurken, kırlardan kentlere akan geniş küçük burjuva yığınlara ve köylülükten henüz devşirilmiş son derece geri işçi kitlelerine yaslanmaktadırlar. Dini motiflerle süslenmiş “sivil hak ve özgürlükler” eksenli talepler, bu kitleler içinde yankı bulmuş; onyıllar boyunca milyonlarca Kürt’ü yok saymış, “laiklik” maskesi altında sokaktaki Müslüman’ın türbanıyla uğraşmış, işçi sınıfına ve sola sürekli karşı baskı uygulamış olan Kemalist seçkinlere karşı mücadelede son derece etkili bir silah haline gelmiştir.
Kemalist seçkinler ile küresel sermayeyle bütünleşmiş burjuvazinin siyasi temsilcileri arasında, devletin gerçek sahibinin kim olduğu üzerine sürmekte olan kavga, burjuva basının da katkısıyla gündemi belirlemekte, daha doğrusu milyonlarca emekçinin gündemini çarpıtmaktadır.
Bu yolla, kahve köşelerindeki milyonlarca işsiz ile bir işe sahip olmakla birlikte sefalet içinde yaşamaya devam eden emekçiler gerçek sorunlarını unutup yönetici seçkinlerin bir kanadının kuyruğuna takmıştır. Bütün bunlar yaşanırken de sermaye, “AB ile uyum süreci” adına özelleştirmeleri ardı ardına uygulamaya koyuyor; “küresel rekabette başarılı olmak için” işçilerin en temel haklarını ortadan kaldırıyor ve ücretlerini düşürüyor; “terörle mücadele” bahanesiyle polis devleti uygulamalarını yoğunlaştırıyor. Özetle, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı üzerine yaratılmış toz bulutunun ardında, emekçilerin azgın sömürüsü ve emperyalist yağma devam ediyor.
Bütün bu söylenenler, elbette, yönetici seçkinler arasındaki kapışmanın basit bir oyun olduğunu düşündüğümüz anlamına gelmiyor. Vurgulamak istediğimiz şey, geleneksel Kemalist seçkinlerle “Müslüman” yöneticiler arasındaki kapışmanın taraflardan biri (Kemalistler) tarafından gereğinden fazla abartıldığı; bu yolla, sözkonusu çatışmanın gerçek nedenlerinin gözlerden uzak tutulmaya çalışıldığı; bütün bu hırgürün de henüz siyasi bir özne olmayı başaramamış durumdaki işçi sınıfın doğrudan sorunu olmadığıdır. Bu kapışma, işçi sınıfının gerçek gündemini arka plana atmakta ve onu mülk sahibi sınıflara yedeklemektedir.
Küreselleşme ve Kemalizm
Kemalist ideolojinin biçimlenmesinden bu yana, bir dünya savaşı ile devrimler ve karşı devrimlerle damgalanan 75 yıldan fazla zaman geçti. En önemlisi de, bu devasa siyasi alt-üst oluşlar içinde, bizzat üretici güçlerin (bilim ve teknolojinin) son 30 yıl içinde sergilediği devasa bir ilerlemedir. Başta bilgisayar, iletişim ve lojistik olmak üzere bir çok alanda yaşanan sıçrama, kapitalist üretimin uluslararası düzeyde tek bir merkezden örgütlü biçimde gerçekleşmesinin önünü açmıştır. Artık ulusötesi üretim yapan sermayenin önündeki ulus devlet engeli hızla ortadan kalkmakta; yıkılan gümrük duvarlarıyla birlikte, “ulusal” ekonomiler ya da borsalar tarihe karışmaktadır. Bu süreç, bir yandan, tarihte ilk kez insansoyunun çoğunluğunun proleterleşmesine yol açmış ve giderek fazla sayıda emekçiyi tek bir üretim sürecinde birleştirmiştir.
Türkiyeli mülk sahibi sınıfların, egemenliğini ulus-devletin koruması sayesinde sürdüren kesimlerinin ve Kemalist yönetici seçkinlerin ayağının altındaki toprağı kaydıran şey de budur. Küreselleşme olarak tanımlanan bu süreç, Kemalist seçkinlerin Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), ulusal para ve gümrük uygulamaları vb. üzerine kurulu ekonomik temellerini hızla ortadan kaldırmıştır. Türkiye artık, ekonomisi, merkezi ABD, AB ya da Japonya’da bulunan ama dünya çapında üretim / yatırım yapan çok uluslu ya da ulusötesi şirketlere göbekten bağlanmış; dolayısıyla, para piyasasından ücretlere ve fiyatlara kadar her şeyi uluslararası piyasalar eliyle belirlenen bir ülkedir. Dünya ekonomisiyle böylesi bütünleşmiş olan ve bu bütünleşmeyi -“AB üyeliği” sürecinde- hızla sürdürmekte olan Türkiye’de, Kemalist seçkinlerin “ulus” devletin koruması altında edindiği ayrıcalıkları koruması mümkün değildir. Dolayısıyla, burjuva siyaseti de yeni koşullara ve uluslararası sermaye ile onun “yerli” uzantılarının çıkarlarına uygun biçimde yapılacaktır.
Kemalist seçkinlerin asıl olarak ordunun yönetiminde yer alan kesimi bunun farkındadır. Daha 1960’ların başında kurulan OYAK eliyle sermaye ile organik bütünleşme sürecine girmiş olan yüksek asker bürokrasisinin, 70’li yılların ikinci yarısından başlayarak, uluslararası sermaye ile ortak yatırımlar yaptığı herkesçe biliniyor. Dolayısıyla, çok uluslu şirketlerle bir çok alanda önemli ortaklıklara sahip olan; yani küreselleşmiş kapitalist sömürüden çıkarı alan OYAK’ın yönetimindeki generallerin -kapitalizmin uluslararası bir çöküş yaşaması sonucunda ya da güçlü bir toplumsal hareketin basıncı altında mecbur kalmadıkça- yeniden ulus devlet korumasına yönelmesi için hiç bir neden bulunmuyor.
Kemalist seçkinlerin silahsız kesimini ise yine korumacı ulus devlet sahip oldukları ayrıcalıkların küreselleşme sürecinde ortadan kalktığını gören “sivil” bürokrasi ile üst orta sınıflar oluşturmaktadır. “Sol” sendika bürokrasisinin de dahil olduğu bu kesim, varlığını, işçi sınıfının sömürüsünün asıl olarak “ulusal” sınırlar içinde gerçekleştiği; ücretlerin, sosyal hakların ve temel malların fiyatlarının “ulus” devletin müdahaleleriyle belirlendiği koşullara borçludur.
Kemalistlerin AKP’ye tavrı, gerçekte, Türkiye kapitalizmini “küresel” rekabete açmış olan Özal ve Çiller hükümetlerine yönelik tutumlarının yinelenmesinden başka bir şey değildir. Bunun nedeni de AKP’nin daha önce ANAP ve DYP eliyle uygulanan burjuva ekonomik politikaları aynen sürdürmesidir. (DSP-MHP-ANAP iktidarının da aynı politikaları uygulamış olması, Kemalistlerin hem kapitalizmin ekonomik yasaları karşısındaki çaresizliğinin hem de ikiyüzlülüklerinin ifadesidir.)
Özetle, Kemalistlerin AKP iktidarına ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına muhalefet ederken “bölücülük ve şeriat tehlikesi” üzerine kopardıkları yaygaranın altında, kapitalizmin 30 yılı aşkın süredir yaşadığı köklü değişim yatmaktadır. Yoksa onların, AKP’nin işçi sınıfının ve gençliğin sosyalizm mücadelesini sindirmeyi; yani devlet baskısını ve kapitalist sömürüyü yoğunlaştırmayı amaçlayan yeni liberal burjuva politikalarına hiç bir itirazları yoktur.
Kemalistlerin iki “öcü”sü: Bölücülük ve şeriat
Kemalistlerin, T.C. Devleti’nin varolan sınırlarının bölünmesine; hatta Kürtlerin kısmi özerkliğine bile kesinlikle karşı oldukları ortada. İyi ama bu yönde gerçek bir “tehdit” söz konusu mu; “karşı” taraf; yani PKK ve yasal olarak parlamentoda temsil edilen DTP, Kürtlerin ayrılıp kendi devletlerini kurması için mi mücadele ediyor? PKK’nin “ulusal bağımsızlık” türü taleplerden çok uzun süre önce vaz geçtiğini; DTP’nin de Kürtler ile Türklerin T.C. sınırları içinde birlikte yaşamasından yana bir parti olduğunu biliyoruz.
Kürt burjuvazisinin ve kent orta sınıflarının eğitimli kesiminin sözcüsü olan DTP, “Kürt halkının küçümsenmesine ve yok sayılmasına” karşı çıkmakta; “Kürt sorununda demokratik ve adil bir çözümü benimsemektir”. Başlıca taleplerini, “kamusal alanda Kürtçenin serbestçe kullanılabilmesi için yasal ve hukuki düzenlemelerin yapılması”, “çok dilli resmi hizmet ve siyasi faaliyet serbestliği”, “yüksek seçim barajının; siyasi partilerin faaliyetlerini kısıtlayıcı ve yasaklayıcı tüm yasal engellerin kaldırılması” vb. biçiminde sıralayan DTP, Kürtlerin yaşadıkları topraklarda daha fazla söz sahibi olduğu, AB üyesi “demokratik ve çoğulcu” bir Türkiye’den yanadır.
Özetle, DTP bağımsız bir Kürt devleti kurmak değil; Kürt illerine yönelik uluslararası sermaye yatırımlarında söz sahibi olmak; bu yolla, Kürt işçilerinin-emekçilerinin kapitalist sömürüsünden daha fazla pay almak isteyen Kürt burjuvalarının Ankara’daki merkezi bürokrasiye bağımlılığını azaltma peşindedir.
Yani, Kemalistlerin “vatan parçalanacak” yaygarasının nedeni T.C. sınırları içinde bir Kürt devletinin kurulacağı korkusu değildir. Onların söylemek istediği şudur: “Biz Ankara’daki bürokrasinin bu topraklarda yaşayan insanların kaderini nihayetinde tek başına belirlediği; Türk sermayesinin KİT’ler, gümrük duvarları, ulusal para politikaları, sübvansiyonlar vb. eliyle korunduğu eski güzel günlere dönmek istiyoruz” (bunu yaparken de o “güzel günler”in bedelinin işçi sınıfına, gençliğe ve Kürtlere neye mal olduğunu tabii ki söylemiyorlar).
Kemalistlerin “şeriat geliyor” çığlıklarına gelince… Bu topraklarda bir din devleti kurma peşinde olan kesimlerin varlığı hiç kimse için sır değil. Ancak onların bir kesimi AKP içinde yer alıyor olsa da; AKP’nin kendisini “din devleti kurma peşinde bir parti” olarak tanımlamak, eğer korkunç bir cehaleti yansıtmıyorsa, ya kimi Kemalistlerin paranoyakça korkularının ifadesi ya da eski ayrıcalıklarını yeniden elde etme çabası içinde bilinçli olarak körükledikleri bir “öcü”dür.
Önceki onyıllar boyunca uluslararası sermayenin işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine karşı destekleyip kullandığı dinci hareketler, bir süredir, küreselleşmenin yıkıcı etkileriyle yüzyüze gelen küçük burjuvazinin elinde geri tepmekte; emperyalist devletlerin giriştikleri askeri müdahaleler bu tepkiyi -özellikle halkın çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde- daha da güçlendirmektedir.
Ancak Ortadoğu’da, Güney Asya’da ve Afrika’da çarpıcı biçimde görülen bu durum, emperyalistlerin dinci hareketleri artık desteklemedikleri anlamına gelmiyor. Sorun, söz konusu dinci hareketin neye hizmet ettiğidir. Çok uluslu şirketler ve onların emrindeki emperyalist devletler, din etmenini kendilerine karşı direnen önceki dönemin “korumacı” ulus devletlerine karşı kullanmayı sürdüreceklerdir. Onların amacı baskıcı bir ulusal devleti demokratikleştirmek ya da belirli bir ulusal veya dinsel kesime özgürlük sağlamak değil; küreselleşmiş sermayenin taleplerine boyun eğmesini sağlamaktır. Tek amacı dünya çapında dilediğince at koşturmak (kapitalist sömürüyü yoğunlaştırmak) olan sermayenin “ulus” ya da “din” türü evrensel bir saplantısı yoktur.
Öte yandan, sermayenin dinci hareketlere ilişkin tavrı da varolan “ulus” devlet egemenlerinin siyasi tercihleriyle yakından ilişkilidir. Türkiye’nin, çıkarları uluslararası sermaye ile en yakın işbirliğinde olan egemen sınıflar siyasi tercihlerini, son 25 yılı aşkın süredir bu ülkeyi yönetmiş olan hükümetler karşısındaki tavırlarından da anlaşılacağı üzere, sermayenin önündeki eski “ulusal koruma” engelini ortadan kaldırma olarak yapmıştır.
Sonuç olarak, Kemalist seçkinlerin “bölücülük ve şeriat” korkusunun-en azından öngörülebilir gelecek için- maddi bir temeli bulunmuyor. Onlar, “bölücülük” konusunda PKK’ye ya da DTP’ye yaptıklarını “şeriat” konusunda AKP’ye yapıyor; onların geçmişte savundukları ama artık bir yana bırakmış oldukları söylemleri bugünün gerçekleriymiş gibi gösteriyorlar. “Sizler farkında değilsiniz ama biz onların kafalarından geçeni okuyoruz!” Bu cümle, Kemalist seçkinin klasik akıl yürütme biçimidir. Ama yaşam, sınıflar mücadelesinin ve onun yansıması olan siyasetin soyut varsayımlar üzerinden değil gerçeklikler üzerinden yapıldığını her defasında kanıtlar. Kemalist seçkinler de “bölünme ve şeriat” korkularına sarılarak küreselleşmiş kapitalizm gerçekliğine karşı duramayacaklarını yaşayarak öğreniyorlar.
Rejim değişikliği
Uluslararası sermayenin ve “yerli” ortaklarının programını -kendi adına başarıyla- uygulayan AKP’nin hem burjuvazinin hem de kitle tabanının taleplerini ifade edecek bir rejim değişikliğinden yana olduğu açık. Ancak, hazırlamaya koyulduğu anayasa değişikliği paketinden de anlaşıldığı kadarıyla, AKP’nin amacı bir din devleti kurmak değil; merkezi bürokrasinin ideolojik, politik ve örgütsel olarak monolitik hantal yapısını törpülemek; varolan devlet aygıtını esnekleştirerek, uluslararası sermayeye rahatça hareket edebileceği ortamı sağlamaktır. Bu da liberal aydınlarının savunduğunun tersine, devlet aygıtının “demokratikleştirilmesi” değildir.
Sözkonusu olan şey, bugüne kadar Ankara’daki bürokrasiden geçen kararların bir kısmının “çevre”ye, “yerel”e yayılması; devletin esnekleştirilerek güçlendirilmesi projesidir. Bu proje, “küresel” sermayenin önündeki bürokratik engelleri kaldırırken, onu işçi sınıfından gelecek tehditler karşısında daha iyi korumak için, devletin baskı aygıtlarını güçlendirecek; ordunun ve polisin etkisini arttıracaktır. Öngörülen anayasanın resmi Kemalist ideolojiden -olabildiğince- arındırılacak olması da AKP hükümetinin ve Gül’ün cumhurbaşkanlığının bir “şeriat tehlikesi” oluşturduğu anlamına gelmez.
Başta din olmak üzere gerici ideolojilerin toplumsal yaşama giderek daha fazla egemen olması iki nedenden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi, küresel egemenlik peşinde giderek saldırganlaşan sermayenin bu gerici ideolojileri kullanma gereksinimidir. İkincisi ise küreselleşmesi sürecinde yıkıma uğrayan burjuva ve küçük burjuva kesimlerin “eski güzel günlere dönme” özlemi içinde dine ve milliyetçiliğe sarılmasıdır. Bu yüzden, sözkonusu her iki gerici akım da yalnızca Türkiye’de değil; dünya çapında yükselmektedir.
İnsansoyunun ulusal, dinsel, kültürel vb. temelde bölünmüşlüğü öncelikle işçi sınıfının zararınadır. Bu yüzden işçi sınıfı, yalnızca sınıfsal baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için değil; aynı zamanda ulusal, kültürel, dinsel vb. her türden ayrımcılığa ve baskıya karşı da kararlılıkla mücadele eder. Ancak, işçi sınıfı farklı uluslardan, kültürlerden, dinlerden vb. insanların birliğinin zor ve baskı yoluyla değil; siyasi özgürlük ve eşitlik koşullarında gerçekleşmesi gerektiğini savunur. Onların yalnızca sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada elde edebilecekleri gerçek eşitliğine ve özgürlüğüne giden yolun taşları yalnızca bu yolla döşenebilir.
Gelecek işçi sınıfının elinde
Kemalistlerin AKP’nin seçim zaferi ile Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı üzerinde kopardığı “demokratik – laik rejim tehlikede” yaygarası, gördüğümüz gibi, kapitalist üretimin küreselleşmesinin onların ayaklarının altındaki toprağı kaydırmasından kaynaklanmaktadır.
Son aylarda Türkiye siyasetine damgasını vuran mücadele de küresel sermayenin siyasi temsilcisi olan AKP ile “korumacı” ulus devletin savunucusu Kemalist seçkinler arasındadır. Onların biri uluslararası sermayenin ve onunla bütünleşmiş Türkiyeli kapitalistlerin çıkarlarını savunmakta; diğeri ise “eski güzel günler”in hayalini kurmaktadır. Her iki kesim de dini ve milliyetçiliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Onlar, bu gerici ideolojiler sayesinde, milyonlarca emekçiyi ve genci zehirleyip kendilerine yedekleyerek kapitalist sömürünün devamını sağlamaktadırlar.
Oysa işçi sınıfının çıkarları ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu kapitalizmin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bu yüzden işçiler, sermayenin Kemalist ya da “Müslüman” yönetici seçkinlerinden birine yedeklenip kapitalist sömürünün hangi efendinin buyruğu altında gerçekleşeceğine karar vermek yerine kendi kaderlerine sahip çıkmak ve kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesini yükseltmek zorundadırlar.
Üretici güçlerin (bilim ve teknoloji) son 30 yıl içinde sergilediği gelişme, üretimin dünya çapında ve insanların gereksinimleri doğrultusunda demokratik örgütlenmesi olan sosyalizmin maddi zeminini sağlamaktadır. Sorun, işçi sınıfının, onu ulusal sınırlar içine hapsetmeyi hedefleyen milliyetçi ve dinci ideolojilere; küreselleşmiş sermayenin ya da “küreselleşme karşıtı” gerici ulusalcı politikalara yedekleyen geleneksel önderliklerin etkisini kıramamış olmasıdır.
Son 30 yıl boyunca yaşananlar, geleneksel sosyal demokrat ya da Stalinist sendikal ve siyasi önderliklerin iflasını defalarca kanıtladı. Kapitalist sömürünün -bırakalım ortadan kaldırılmasını- yoğunlaşmasına karşı koyamayan bütün bu önderliklerin, bugün, küresel ölçekte faaliyet gösteren sermayeye karşı “ulus” devlet korumasına sarılması onların gericiliğinin en yalın göstergesidir.
Oysa işçi sınıfının küreselleşmiş sermayeye karşı mücadelede gereksinim duyduğu şey, üretici güçleri (kendisi de dahil) yeniden ulus devlet hapishanesine sokmayı değil; kapitalizme karşı küresel ölçekte bir mücadele stratejisi oluşturmaktır. Bu mücadele de doğası gereği, enternasyonalist ve sosyalist olmak zorundadır.
Türkiyeli öncü işçilere düşen görev, işçi sınıfının küreselleşmiş kapitalizme karşı mücadelesini bu topraklarda yükseltmek için gereksinim duyduğu Marksist devrimci partisini yaratmaktır. Sermayeden, devletten ve onların açık ajanları olan sendika bürokrasilerinden tümüyle bağımsız enternasyonalist devrimci bir partiye sahip olmadığı sürece, işçi sınıfının kısmi ya da kalıcı kazanımlar elde etmesi ve / veya sermayenin egemenliğine son vermesi mümkün olmayacaktır.