ABD-Küba uzlaşması: Tarihin dersleri

Barack Obama ile Raul Castro’nun, ABD-Küba ilişkilerini “normalleştirme” yönündeki hamlelere ilişkin Çarşamba günü eşzamanlı olarak yaptığı açıklamalar, hem Latin Amerikalı hükümetler hem de büyük Amerikan şirketleri tarafından bir dönüm noktası olarak göklere çıkartıldı.

Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, ABD-Küba diplomatik ilişkilerini yeniden başlatmak ve adaya daha fazla ABD sermayesi girmesine olanak sağlamak için alınan önlemleri, “uygarlıkta değişim” olarak, yere göğe koyamadı. Yönetimi kısa süre önce yeni ABD yaptırımlarına maruz kalmış olan Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, “Başkan Barack Obama’nın jestinin, cesur, tarihsel olarak gerekli bir jest olduğunu kabul etmek zorundayız.” dedi.

Bu arada, Wall Street Journal, Perşembe günü, “General Motors C.O.’dan endüstriyel tarım devi Cargill Inc.’e ve perakende mobilya satıcısı Ethan Allen Interiors Inc.’e kadar, ABD şirketleri, Beyaz Saray’ın Çarşamba günü yaptığı, Küba ile diplomatik ilişkileri yeniden kurma ve 54 yıldır uygulanan ambargoyu kaldırmaya başlama hamlesine ilişkin açıklamayı alkışladı.” diye yazdı.

Düşük ücretli Kübalı emekçilerden elde edilen ve güvenliği Havana’daki yönetim tarafından sağlanan süper karlar beklentisi ABD merkezli ulusötesi şirketlerin ağzını sulandırırken, Latin Amerika’nın burjuva önderleri, Havana ile Washington tarafından üzerinde anlaşılmış olan önlemlerin ABD emperyalizmi ile yeni bir uyum sürecini başlatacağı umudunda ısrar ediyorlar.

Obama’nın kararında, Ticaret Odası’nın ve Amerikan Sanayi Odası’nın Küba pazarına erişim taleplerinin önemli bir rol oynadığından şüphe yok. Bu, ülkeye büyük çapta ABD Doları akışının, Havana’da daha uysal bir yönetimi iktidara getirmeye ve 1959 öncesinde hüküm süren türde yeni-sömürgeciliği yeniden kurmaya yardımcı olurken, Küba Devrimi eliyle kurumsallaştırılmış olan köklü reformlardan geride kalanları ortadan kaldırmakta ekonomik kuşatmadan çok daha fazlasını yapacağı beklentisi için de söz konusudur.

Castro yönetimi, kendi adına, uzun süreli ezeli emperyalist düşmanına yönelmeyi, kendi egemenliğini kurtarmanın ve Çin’inkine benzer bir yol izlemenin; egemen tabakanın ayrıcalıklarını kapitalizmin gelişmesi dolayımıyla ve Küba işçi sınıfı zararına korumanın bir aracı olarak görmektedir.

ABD-Küba uzlaşmasının tarihsel karakterine ilişkin medya coşkusuna karşın, bu değişikliğin bizzat Küba rejiminin ve onu iktidara getiren devrimin doğası hakkında neleri ortaya koyduğu konusunda herhangi bir değerlendirmenin olmaması dikkat çekici. Küba için yeni bir “dönüşümsel dönem”in başlamasıyla birlikte, New York Times’ın Perşembe günkü coşkulu başyazısında belirttiği gibi, bir bilanço açıkça gündemde.

Bu, dünya işçi sınıfı ve onun devrimci önderliği için en can alıcı sorundur. İşçi sınıfı, özellikle de Latin Amerika’da, Castroculuğun doğası üzerine, büyük bölümü Dördüncü Enternasyonal içinde ortaya çıkmış revizyonist bir eğilim olan Pabloculuk tarafından kışkırtılmış kafa karışıklığından dolayı ağır bir bedel ödedi.

Bu Pablocu eğilim, Fidel Castro’nun ulusalcı bir gerilla hareketinin başında iktidara gelmesinin, sosyalizme gidişte, devrimci Marksist partilerin inşasının yanı sıra işçi sınıfının bilinçli ve bağımsız müdahalesini gerektirmeyen yeni bir yol açmış olduğunu ilan ederken, Latin Amerika’daki sol milliyetçilere ve Avrupa ile başka yerlerdeki başka küçük-burjuva radikallerine katıldı.

Başlıca teorisyenleri, Avrupa’da Ernest Mandel, ABD’de ise Joseph Hansen (Sosyalist İşçi Partisi’nin önderi) olan Pablocu örgütlere göre, Küba’da mülkiyetin ulusallaştırılması, Castro önderliğinde bir “işçi devleti”nin kurulmuş olduğunu ilan etmek için yeterliydi. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), Havana’daki yönetime ilişkin bu basit ve tek kelimeyle Marksist olmayan değerlendirmeyi eleştirdiğinde, sinik ve aldatıcı bir şekilde, Küba Devrimi’nin bir düşmanı olarak suçlandı.

Uluslararası Komite, Pablocuların Castro’yu yüceltmesinin siyasi sonuçlarının Küba’nın çok daha ötesine yayılacağı uyarısında bulundu. Bu yüceltme, sosyalist devrime ilişkin, Marx’a kadar giden tüm tarihsel ve teorik kavrayıştan tam bir kopuşu temsil ediyordu.

Denize atılan şey, Marx’ın yönetimindeki Birinci Enternasyonal tarafından kabul edilmiş, “İşçilerin kurtuluşu kendi eseri olacaktır” teziydi. Revizyonist eğilim, tam tersine, Castro’nun iktidara gelmesinin, sosyalist devrimin “körelmiş araçlar” aracılığıyla (yani, Marksist devrimci parti olmaksızın ve işçi sınıfının herhangi bir aktif ve bilinçli katılımının yokluğunda) başarılabileceğini iddia etti. Silahlı, köylülük temelli milliyetçi gerilla grupları, bu süreçte “doğal Marksistler” olarak çıkan önderleriyle birlikte, yeterli olacaktı. İşçiler ve ezilen kitleler, pasif izleyiciler rolüne indirgendiler.

Troçki, Küba Devrimi’nden uzun süre önce, küçük-burjuva güçler tarafından gerçekleştirilen ulusallaştırmaların basitçe sosyalist devrim ile özdeşleştirilmesine açık bir şekilde karşı çıkmıştı. O, Kremlin yönetiminin, 1939’da, Hitler ile ittifak halinde, Polonya’yı istila ettiği sırada gerçekleştirdiği mülksüzleştirmelere karşılık olarak şunları yazdı: “Bize göre başlıca siyasi ölçüt, kendi başlarına ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, şu ya da bu bölgedeki mülkiyetin dönüşümü değil; dünya proletaryasının bilincindeki ve örgütlenmesindeki değişim, onların önceki kazanımları savunma ve yenilerini elde etme kapasitesinin artmasıdır.”

Uluslararası Komite, Pablocularıın pozisyonunun özünün, 1) işçi sınıfının sosyalist devrimdeki merkezi ve önder rolünün inkarı ve 2) işçi sınıfı içinde, siyasi iktidarın ele geçirilmesi için gerekli bilinci geliştirecek bir Troçkist partinin inşası zorunluluğunun reddi olduğu uyarısında bulundu. Dahası, eğer böylesi bir parti, Pablocuların iddia ettiği gibi, Küba’da gerekli değilse, dünyanın herhangi bir başka yerinde neden gerekli olacaktı ki?

Uluslararası Komite’nin bu uyarıları bütünüyle doğrulandı. Castroculuk, sosyalist devrim için yeni model ilan edilmişti. Bu perspektifin, Pablocuların gerillaları teşvik ettiği Latin Amerika’da feci sonuçları olacaktı. Pablocular, bölgedeki taraftarlarına işçi sınıfı içinde devrimci önderlik mücadelesinden vazgeçmeleri ve kırsal alanda “silahlı mücadele” için “teknik hazırlıklar”a girişme yönünde talimat verdiler.

Bunun üç yönden trajik sonuçları oldu. Gençliğin ve genç işçilerin en radikal kesimleri, Stalinist, Sosyal Demokrat ve burjuva milliyetçi bürokrasilerin karşı-devrimci egemenliğini pekiştirmeye yardımcı olacak şekilde, işçi sınıfı içinde devrimci önderlik uğruna mücadeleden uzaklaştılar. Bu gençler, Latin Amerika’daki kapitalist devletlerin askeri güçleriyle, binlercesinin ölümüne yol açan, eşitsiz ve intihar türü çarpışmalara sürüklendiler. Üstelik ordu, bir ülkeden diğerine faşist-askeri diktatörlüklerin dayatılmasının ve işçi kitlelerinin toptan baskı altında tutulmasının bahanesi olarak, bu başarısız gerilla maceralarına başvurdu.

Bu perspektifin kurbanları arasında, Castro’nun en yakın silah arkadaşı Che Guevara da vardı. Küba yönetiminin hızlı bürokratikleşmesiyle hayal kırıklığına uğramış olan Guevara, ölümcül macerasına Bolivya’da atıldı. Güçlü Bolivya işçi sınıfının devrimci potansiyelini görmezden gelen Guevara, köylülüğün en geri ve ezilen kesimleri içinde bir gerilla ordusu oluşturmaya girişti. Yalıtılmış ve açlıktan ölme durumundaki Guevara, Bolivya ordusu tarafından ele geçirildi ve Ekim 1967’de öldürüldü. Guevara’nın yazgısı, Castroculuğun ve Pablocu revizyonizmin feci sonuçlarına ilişkin trajik bir beklentiydi.

Kesin sonuç, tüm Latin Amerika’daki güçlü devrimci kabarışın yenilgiye uğraması oldu ki bu yenilgi, emperyalizmin, 1968’ten 1975’e kadar uluslararası ölçekte hüküm süren yoğun devrimci krizler ve sınıf mücadeleleri döneminde ayakta kalmasını mümkün kılmada son derece önemli rol oynadı.

DEUK, tüm bu perspektife karşı uzlaşmaz bir mücadele verdi. O, Castroculuğun, sosyalizme giden yeni bir yolu değil ama 1960’lı yıllarda eski sömürge ülkelerde iktidara gelmiş olan burjuva ulusalcılığının en radikal türlerinden birini temsil ettiğinde ısrar etti. Bu yönetimlerin çoğu, kapsamlı ulusallaştırmalar gerçekleştirmişti.

Castro’nun politikaları, Küba toplumunun temel tarihsel sorunlarını (geri kalmışlık ve bağımlılık) çözmekte başarısız oldu. Bu sorunlar, Sovyet yardımları ve ardından Venezuela’dan ucuz petrol akışları eliyle, yalnızca hasıraltı edilmişti.

Troçki’nin sürekli devrim teorisini esas alan Uluslararası Komite, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalist baskıdan kurtulma mücadelesinin yalnızca işçi sınıfının önderliği altında kazanılabileceğinde, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde ve devrimin uluslararası ölçekte yayılmasında ısrar etti. Bu perspektiften çıkan başlıca görev, işçi sınıfını burjuva ulusalcılığına tabi kılmaya çalışan bütün o eğilimlerin egemenliğini kırmaya yönelik amansız bir mücadele içinde işçi sınıfının bağımsız devrimci partilerini inşa etmektir.

Küba Devrimi’nden 55 yıl sonra, Castro rejiminin gidişatı, DEUK’un uğruna mücadele ettiği ve Küba’da, tüm Latin Amerika’da ve uluslararası ölçekte aynen devam eden perspektifi baştan sona doğrulamıştır.

Washington ile Havana arasındaki uzlaşma, yalnızca, adada zaten var olan toplumsal eşitsizliğin, yoksulluğun ve gerilimlerin hızla artmasına ve devrimin kazanımlarından geride kalmış olan her şeyi sürekli aşındıran bir dizi karşı-reformu hızlandırmaya hizmet edecektir.

Kübalı işçiler, Latin Amerika’daki ve uluslararası ölçekteki emsalleri gibi, kaçınılmaz şekilde devrimci mücadele yoluna itilecekler. Bu mücadeleler için yaşamsal hazırlık, Castroculuk ve küçük-burjuva ulusalcılığı ile yaşanmış uzun süreli deneyimlerin acı derslerinin özümsenmesi ve işçi sınıfının yeni bağımsız devrimci partilerinin, dünya Troçkist hareketi DEUK’un şubelerinin inşa edilmesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir