2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası kapitalist sistem 20.yy’ın ilk yarısında patlak veren krizlerin üstesinden gelecek yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyuyordu. Türk burjuvazisi de tüm güçsüzlüğüne rağmen bu yeni düzene entegre olmanın çabası içindeydi. 2.Dünya Savaşı ardından çok partili sisteme geçiş ve uluslararası kurumlara (NATO, BM, ILO vs) üyelikler uluslararası kapitalizme eklemlenme sürecinin birer basamaklarıydı. Ancak tüm bu üstyapısal değişimlerin yanında sanayi burjuvazisi hala yeterli birikimi sağlamış değildi. Üstelik diğer toplumsal sınıf ve katmanlar karşısındaki görece zayıflığı sanayi burjuvazisinin sermaye birikim sürecini kendi lehine çevirmesini zorlaştırıyordu.
1960’ların başlarına kadar siyasal alanda toprak sermayesi ağırlığını hissettiriyordu ve bu Türkiye kapitalizminin gelişiminin önünde ciddi bir engeldi. Sanayi burjuvazisinin tam anlamıyla hegemonyasını kurabilmesi için tarım burjuvazisini ve onun temsilcisi DP’nin etkinliğini kısıtlaması, siyasi rejime de egemen olması gerekiyordu.
Dünya kapitalizminin gelişimini geriden takip eden Türkiye burjuvazisinin imdadına yine askerler yetişecek ve tepeden inme değişikliklerle ileri kapitalist ülkelerle Türkiye kapitalizmi arasındaki uçurumu dengelemeye çalışacaklardı. Batı Avrupa kapitalizminden farklı olarak devlet eliyle yukarıdan aşağıya inşa edilen Türkiye kapitalizminde bürokrasinin rolü anlaşılmadan ne 27 Mayıs 1960 darbesi ve 1961 Anayasası ne de 1960 sonrası Türkiye sınıf mücadeleleri tarihi anlaşılabilir.
Önceki anayasaya kıyasla demokratik ve sosyal hakların görece daha gelişmiş olduğu 1961 Anayasası kağıt üzerinde de olsa işçi sınıfı için bazı haklar getirmekteydi. Çoğu kağıt üzerinde kalan bu hakların uygulanması ise işçi sınıfının mücadelesi ile mümkün olacaktı. Bunlardan biri de grev hakkıydı. 1961 Anayasası’nda “Toplu sözleşme, grev ve lokavt kanunu”na da yer verilmiş, ancak darbe sonrası hükümeti kuran CHP tarafından bu yasa yürürlüğe konmamıştı. 1961 Anayasası’nda yer alan “Toplu sözleşme, grev ve lokavt kanunu”nun yürürlüğe konmamasından cesaret alan patronlar bu dönemde keyfi uygulamalarını arttırmışlardı. Bu uygulamalardan biri de İstanbul İstinye’deki Kavel kablo fabrikasında yaşandı.
Kavel fabrikasında patronun, ikramiyelerin ve fazla mesai ücretlerinin eksik ödeneceğini, bazı işçilerin ücretlerinin düşürüleceğini açıklamasının ardından (31 Aralık 1962) işçiler seçtikleri 3 temsilciyi patronla görüşmeye gönderdiler. Bu temsilcilerin ve işçilerin örgütlü olduğu Maden-İş şube temsilcisinin işten çıkarılması ve işçilere sendikadan ayrılmaları için patronun yaptığı baskının artması sonucunda, 28 Ocak 1963 günü, Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasında örgütlü 170 işçi, 36 gün sürecek grevi başlattılar.
İstinyeli diğer emekçiler grevin başından beri Kavel işçilerini yalnız bırakmayarak sınıf dayanışmasının en güzel örneklerini gösterdiler. Vehbi Koç’a ait General Elektric fabrikasında çalışan işçiler, grevci işçiler için para topladılar, aynı şekilde Demirdöküm’de çalışan 800 işçi yardım kampanyası başlattı, destek amacıyla sakal bırakma eylemi yaptılar, Karayolu ve Tersane işçileri de grevi destekleyen diğer işçilerdi. Fabrika önünde kurulan çadırlarda süren direnişe 2 Martta işçilerin eşleri de katıldı. Fabrika dışına kablo yüklü kamyonların çıkarılmasına karşı barikat kuran kadınlara saldıran polis, bir çok kişiyi yaralayarak dağıttı. 3 Mart günü hükümetin “aracı rolü” üstlenmesiyle Türk-İş ile Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre ikramiyeler eskisi gibi ödenecek, grevden sonra işten atılan 10 işçi işe geri alınacaktı.
Kavel direnişi sonrasında sadece ekonomik kazanımlar elde edilmedi. Aslında “ekonomik” olanlar, kazanımların en küçük yanıydı. Asıl önemli olansa sınıfın siyasal kazanımlarıydı: Bu grevin ardından 2 yıldır askıda tutulan “Toplu sözleşme,grev ve lokavt” kanunu 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe kondu.
Kavel Grevi, bu yasanın yürürlüğe konmasının dışında, asıl olarak, Türkiye işçi sınıfına, haklarını yalnızca mücadele yoluyla kazanacağını, sendika bürokrasisine güvenmemesi gerektiğini, burjuvazinin çıkardığı yasaların yalnızca onun çıkarlarına hizmet ettiğini; en önemlisi de örgütlü ve kararlı bir mücadeleyle neler başarabileceğini göstermesi yönünden çok değerliydi.
Bu grev Türkiye işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde 1970’li yılların sonlarına kadar yaşanan yükselişin ilk adımıydı. İşçi sınıfının onyıllar önce elde etmiş olduğu haklar, uzunca süredir, birer birer geri alınırken sendika bürokratları susmayı tercih ediyor ya da göstermelik açıklamalarla yetiniyorlar. Toplu sözleşme süreçleri, bir süreliğine ortada uyuşmazlık varmış gibi gösterilip ardından anlaşmayla sonuçlanıyor. Bu durum, yönetimindeki bürokratların siyasi rengi ne olursa olsun, tüm sendikalar için geçerlidir.
En parlak dönemlerinde bile işçi sınıfının geniş bir kesimini kendi çatısı altında toplayamayan sendikalar, artık tam anlamıyla göstermelik organlara dönüşmüş durumda. İşçilerin kitlesel olarak sırtını döndüğü bu örgütlenmeler, son 25 – 30 yıl boyunca, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de hızlı bir çöküş sürecine girmişlerdir. Bunun başlıca nedeninin –sendika bürokratlarının onlarca yıllık sınıf işbirlikçi hain politikaları bir yana- bizzat üretim süreçlerinde yaşanan değişimler olduğu açık. Bütün gelişmeler, sermayenin bir kesimine karşı ‘ulusal’ sınırlar içinde ‘demokratik’ mücadelenin ve ‘toplumsal barış’ı sağlamanın kurumları olan sendikaların, üretimin –ve sınıf mücadelelerinin- küreselleşmesi sürecinde yaşanan değişimlere ayak uydurma kapasitesine sahip olmadıklarını gösteriyor.
İşçi sınıfı, yüzyılı aşkın bir döneme damgasını vuran sendikaların alternatifini, sınıf mücadelelerinin yeni dinamikleri içinde kuşkusuz bulacaktır. Bunun için, işçi sınıfının öncülerinin sınıf mücadeleleri tarihini yakından incelemesi ve yüzelli yılı aşkın süredir yaşananları deneyim haline getirmeleri gerekiyor. Öncü işçiler, sermayeye karşı kitlesel mücadeleleri örgütleme yeteneğine ve sınıf mücadelesi perspektifine sahip gerçek sınıf örgütlerinin yaratılması gereğini görmek durumundalar. Çünkü işçi sınıfını sermayenin egemenliğine teslim eden küçük burjuva milliyetçisi ‘demokratik’, gerillacı, bürokratik vb. akımlara onlarca yıllık yedeklenmenin yol açtığı yıkım haddinden fazladır. Çünkü işçi sınıfının, mülk sahibi sınıfların şu ya da bu kesimine yedeklenmeye tahammülü kalmamıştır. Kapitalizmin insansoyunu sürüklediği yıkıma “dur” diyebilecek tek güç olan “işçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır”.
Kavel
“İşime karım dedim
karıma kavel diyeceğim
ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada
güneşe karışmadıkça etim
kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.
ve izin verirlerse istinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ve ben kendimi tutabilirsem eğer
sesimi tutabilirsem
o çoban ateşlerinin parladığı yerde kavel’de
o erkekçe direnilen yerde kavel’de
karın altında nişanlanıp
dostlarımın arasında öpeceğim
nişanlımı kavel kapısında
ve izin verirlerse istinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ilk çocuğumun adını
kavel koyacağım”
Hasan Hüseyin