12 Eylül Anayasasına AKP Makyajı

Sosyalizm Yayın Kurulu / 30.3.2010

İktidar partisinin anayasa değişikliği teklifi bugün (30 Mart 2010) Meclis Başkanlığı’na sunuldu. 26 asıl 3 geçici madde ile birlikte toplam 29 maddeden oluşan Anayasa değişikliği taslağı, TBMM’de 367’den az oy alması durumunda -ki bütün göstergeler bu yönde, referanduma götürülecek.

AKP’nin, üzerinde bir haftadır yoğun tartışmalar yaşanan taslağı, özellikle yasama – yürütme – yargı ilişkilerine ilişkin düzenlemeleri ile dikkat çekiyor. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’ne ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) ve siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin maddeler, özellikle yüksek yargının sert tepkisiyle karşılaştı.

AKP’nin anayasa değişikliği teklifine TBMM’deki muhalefet partileri de sıcak bakmıyor. İktidarın teklifine cepheden karşı çıkan CHP, “paket“te yer alan kimi maddelerin (örneğin, 12 Eylül ge-nerallerinin yargılanmasını önleyen geçici 15. madde) kaldırılmasının Meclis gündemine tek başına getirilmesi durumunda destek vereceğini ama onu bir bütün olarak kabul etmeyeceğini açıkladı. CHP, AKP’nin HSYK’ya yönelik değişiklikle yargıyı teslim almak istediğini savunuyor ve dokunulmazlıkların kaldırılmasını talep ediyor.

TBMM’deki ikinci büyük parti olan MHP de hükümetin teklifinde yer alan kimi maddeleri desteklerken “paket“e karşı çıkıyor. MHP, anayasa değişikliğinin bir komisyona havale edilmesini ve seçimlerden sonra oluşacak Meclis tarafından yapılmasını savunuyor. Anayasa’nın tamamının değiştirilmesi gerektiğini savunan BDP ise özellikle yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılmasının taslakta yer almamasına tepki gösteriyor ve bunu neredeyse hiç tartışmayan AKP, CHP ve MHP’yi “demokratikleşmeyi tıkayan üç güç“ olarak tanımlıyor. Bununla birlikte, BDP’nin sözcüleri, “yapıcı“ bir tavır içinde olacaklarını açıkladılar.

TİSK’in tavrını ise Yönetim Kurulu Başkanı Tuğrul Kudatgobilik, 23 Mart günü Cemil Çiçek ile yaptığı görüşmenin ardından açıkladı. Kudatgobilik, Türkiye’nin dünyadaki yeni konumuna uygun bir Anayasa değişikliği yapılması ve yeni yasaların çıkartılması gerektiğini savunuyor.

Son değişiklikler

AKP, “uzlaşmaya açık” olduğunu kanıtlamak için, kamuoyunda bir hafta süren yoğun tartışmaların ardından, ilk açıkladığı “paket“te kimi değişiklikler yaptı. TBMM Başkanlığı’na sunulan teklifte, aynı işkolunda çalışanlara birden fazla sendikaya üye olma hakkı getirildi; Anayasa’nın 54. Maddesinin 3. ve 7. fıkraları maddeden çıkarılarak grevlerde işyerinde ortaya çıkan maddi zarardan sendikaların sorumluluğu kaldırıldı; Anayasa’daki “Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” ibaresi çıkartıldı. Ekonomik ve Sosyal Konsey anayasaya dahil edildi.

Hükümetin TBMM Başkanlığı’na sunduğu Anayasa değişikliği paketi, en fazla tartışılan Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nin bileşimine ilişkin önemli bir değişiklik içermezken, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ile TBMM Başkanı’nın Yüce Divan’da yargılanmasının yolunu açıyor.

Rejim değişikliği mi?

Bilindiği üzere anayasalar, bir ülkedeki siyasi rejimin sınırlarını belirleyen belgelerdir ve bir toplumdaki sınıflar arasındaki güçler ilişkisini ifade ederler (bu güçler ilişkisi de kapitalizmin uluslararası dinamiklerine göre; dünya ölçeğinde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkilere bağlı olarak biçimlenir). Bu anlamda, yeni bir anayasa tartışması, aynı zamanda, önemli toplumsal dönüşümlerin ardından gündeme gelen bir rejim tartışmasının ifadesidir. Ancak, yüksek yargının kimi sözcülerinin ve CHP’nin bazı vurgularını bir yana bırakırsak, Türkiye’de böyle bir tartışma yaşanmıyor.

Söz konusu olan, 12 Eylül askeri diktatörlüğü eliyle kurulan rejimin ifadesi olan 1982 Anayasası’nın ortadan kaldırılması değil; onun, küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının taleplerine yanıt verecek biçimde revizyonudur. AKP’nin anayasa değişikliği paketi, gerçekte, 1982 Anayasası’nın özünü koruyan rötuşlardan ibarettir. Kimi yüksek yargı sözcülerinin anayasa değişikliği paketine olan muhalefetini de, bu çerçevede; egemenliğini büyük ölçüde yitirmiş olan bürokrasinin ve burjuvazinin ulusalcı kanadının küreselleşme sürecine ve onun gerektirdiği kurumsal değişikliklere direnişi olarak görmek gerek. Bu yüzden onlar, AKP’nin burjuva ulusalcılığının “son kalesi“ yüksek yargıya yönelik saldırısına karşı direnirken göklere çıkardıkları “demokrasi“yi, Kürtlere anayasal eşit haklar, seçim sistemi, siyasi partiler yasası vb. söz konusu olduğunda bir çırpıda unutabilmektedirler. Başını CHP’nin çektiği burjuva muhalefetin karşı çıktığı şey, 1982 Anayasası değil; onun yargı karşısında yürütmeye kazandırdığı gücün AKP tarafından kullanılmasıdır.

Biz, AKP’nin anayasa değişikliği girişimini 1982 Anayasası’nın küresel sermayenin ve Türkiyeli taşeronlarının gereksinimleri doğrultusunda revize edilmesi olarak görüyor; Anayasa’nın 12 Eylül generallerinin yargılanmasına olanak sağlayacağı varsayılan geçici 15. maddesinin ya da 54. maddesinin “Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” diyen 3. ve 7. fıkralarının çıkartılması gibi adımların birer “demokratik” tuzak olduğunu savunuyoruz. Bu değişiklik önerileri, küresel sermayenin işçi sınıfına yutturmak istediği anayasal zehiri tatlandıran maddelerden başka bir şey değildir.

“Toplumsal uzlaşma“ yalanı

Sendika bürokrasilerinin tavrına gelince. Sınıf uzlaşmasının / işbirliğinin ve reformizmin bu ateşli savunucuları, AKP’nin anayasa değişikliği paketi karşısında bir kez daha aynı yolu tutarak, “toplumsal uzlaşma“nın öneminden dem vuruyorlar. Sendikal önderliklerin bu tavrı, gerçekte, onların küresel sermayenin taşeronları ve onun iktidardaki siyasi temsilcisi AKP ile yeni bir teslimiyet anlaşmasına hazır olduklarının ilanıdır. Sendikalar, “toplumsal uzlaşma“nın sermayeye uşaklık anlamına geldiğini, mevcut anayasanın mimarı olan 12 Eylül generalleriyle iğrenç bir işbirliği sergileyerek ve yalnızca son yirmi yıl içinde yüzlerce grev ve direnişi satarak göstermişlerdir.

Anayasaların birer toplumsal uzlaşma metni olduğu ve toplumdaki bütün kesimlerin taleplerini ifade ettiği, burjuvazinin yüzlerce yıllık yalanıdır. Kaldı ki bu yalan, bizzat yaşam eliyle açığa çıkartılmıştır. Tarihte devrimler, ayaklanmalar, darbeler ve savaşlar gibi büyük toplumsal altüst oluşları izlemeyen bir anayasa bulmak mümkün değildir. Bütün anayasalar, bir sınıfın, bu tür altüst oluşların ardından egemenliğini ilan eden kesiminin damgasını taşır. Bir diğer deyişle, anayasalar, “toplumsal uzlaşma“nın değil ama bir sınıfın (ya da onun bir kesiminin) diğerleri karşısında elde ettiği üstünlüğün ürünüdürler.

AKP’nin son anayasa değişikliği paketi de, sermayenin küreselleşmeci kanadının bugün sahip olduğu egemen konumun hukuksal ifadesidir. Burjuvazinin bu kesiminin şimdi yaptığı şey, ulusal korumacı rakiplerine ve onların devlet aygıtı içindeki temsilcilerine (asker – sivil bürokrasi) karşı yıllardır sürdürdüğü mücadelede elde ettiği zaferi anayasal düzeyde taçlandırmak; sermayenin önümüzdeki döneme damgasını vuracak olan ekonomik ve siyasi taleplerinin hukuksal çerçevesini çizmekten ibarettir.

Küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının bu anayasa değişikliği paketine asıl olarak burjuvazinin farklı kesimlerinin ve bürokrasinin ulusalcı kanadının karşı çıkması, çatışmanın asıl olarak egemen sınıflar içinde yaşanmasından kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfının böylesi önemli bir konuda bir bütün olarak sergilediği edilgen izleyici tavır ise onun küresel sermayenin saldırıları karşısında uğramış olduğu yenilginin ürünüdür.

İşçilerin bu anayasa değişikliği tartışmalarında sergiledikleri edilgenliğin, karar sürecinde burjuvazinin bir kanadına yedeklenmeyle tamamlanması ise kaçınılmaz görünüyor. Bunun nedeni, işçi sınıfının önderliğini elde etme iddiasındaki “sosyalist” solun perspektifsizliği; daha doğrusu, ulusalcılık ve reformizm ile sakatlanmış perspektifidir.

Ulusalcı reformist sol

Burjuva partilerinin anayasa değişikliği paketine ilişkin iki yüzlülüğü, her ikisi de “demokrat“ olma iddiasındaki küçük burjuva “sosyalist sol“u tarafından sergilendiğinde çok daha çarpıcı hale geliyor. Bu “sol“un halkçı temsilcilerinden EMEP, anayasa değişikliği paketinin AKP iktidarının kendi çıkarları (“gizli gündemi“) için gündeme geldiğini savunarak, ulusalcı demokratik bir anayasa talebini ortaya attı (EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in 23 Mart 2010 tarihli açıklaması).

Ulusalcı sosyalizmin baş temsilcisi TKP ise, “AKP her türlü yargı denetiminden kurtulmak istiyor. En önemlisi böyle bir değişiklik paketi üzerinden kendisini mutlak iktidara, diktatörlüğe taşıyacak bir ’halk oylaması’ senaryosunu uygulamaya koymak istiyor“ diyerek, hem burjuva ulusalcı muhalefetin argümanlarını sahiplendi hem de “bağımsız yargı“ya ilişkin burjuva hayallere destek verdi. “AKP’nin açılım soslu Faşizm anayasası“na karşı mücadelesini suratına çarpacağız, sonra AKP’den hesap soracağız“ diyen “komünist“ TKP,“TEKEL’in kar eden fabrikalarının Amerikan-İngiliz ortaklığına yedirilmesi“ne vurgu yaparak, sermayenin küresel rakipleriyle baş edemeyen, ulusalcı kesimlerine göz kırpmaktadır.

TKP, “kentsel dönüşümden, TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesine, Tekel’in binalarının peşkeş çekilmesinden, Telekom yağmasına, limanlardan, şeker fabrikalarına… Halka ve ülkeye karşı işlenmiş suçların dosyasını açacağız“ diye haykırıyor ama ne işçi sınıfından ne de sosyalist bir alternatiften söz ediyor. (TKP’nin 24 Mart 2010 tarihli “Kimden Hesap Soracağız?“ başlıklı açıklaması).

Ulusalcı reformist solun iki önemli partisinin anayasa değişikliği tartışmaları karşısındaki tavrı, onların işçi sınıfının tarihsel çıkarlarından ve sosyalizm hedefinden uzak, ulusalcı – reformist çizgisini bilenler için hiç bir yenilik içermiyor.

Radikal küçük burjuva sol

İşçi sınıfının bu sürece müdahale edemeyişinin başlıca nedeni, onun otuz yılı aşkın süredir sermayenin saldırıları karşısında ardı ardına uğradığı yenilgilerin sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılmamış ve bu yenilgilerden gerekli derslerin çıkartılmamış olmasıdır. İşçi sınıfı, başta sendikalar olmak üzere ulusalcı reformist ya da “demokrat” yalanlar eşliğinde her durumda sermayeye ve devlete hizmet eden önderliklerin insafına terk edilmiştir. Bunun başlıca sorumlusu da, kuşkusuz, kendisini “sosyalist” hatta “Marksist” olarak tanımlayan ulusalcı reformist sol çevrelerdir.

Ancak bu durumda en az onlar kadar sorumlu olan bir başka kesim daha var: Her fırsatta “devrim” ve “enternasyonalizm” kavramlarına gönderme yapan radikal küçük burjuva çevreler. Onlar, dünya kapitalizminin 40 yıldır içinden geçtiği dönüşümü ve küreselleşmenin işçi sınıfı ve sınıf mücadeleleri üzerindeki etkilerini basitçe görmezden gelerek; sendikaların ve diğer ulusalcı reformist örgütlerin bu süreçte bir bütün olarak yaşadığı dönüşümün üretim süreçlerinde yatan maddi temellerini yok sayarak; uğranılan yenilgilerin sorumluluğunu tek tek örgütlerin ve önderliklerin üzerine yıkıp siyasi bir akım olarak sendikacılığı yaşatmaya çalışarak; sermayenin küresel işleyişinin karşısına geçmiş dönemin ulusal korumacı – kalkınmacı sermaye birikim modelini çıkartarak işçi sınıfını silahsızlandırmışlardır.

Bütün bu nedenlerden dolayı, asıl olarak sendikaların ve -traji komik biçimde- küresel sermaye yatırıımlarından daha fazla pay kapmaya çalışan Kürt burjuva partisinin kuyruğunda dolanan bu kesimler, AKP’nin yeni anayasa değişikliği paketine cepheden karşı çıksalar bile, sendikacılığın ve ulusalcılığın sınırlarını aşamıyor; işçi sınıfına gerçekten enternasyonalist, sosyalist dev-rimci bir perspektif sunamıyorlar.

Oysa AKP hükümetinin son anayasa değişikliği teklifi, yalnızca, küreselleşme sürecinin ardında yatan ekonomik gerçeklik ve onun ürünü olan siyasi çatışmalar kavrandığı ölçüde anlam kazanabilir. İşçi sınıfının küresel sermaye ya da onun ulusal korumacı rakipleri karşısında bağımsız siyasi tavır alabilmesi yalnızca bu kavrayışla mümkündür.

Marksistlerin işi de işçi sınıfına, küreselleşmenin alternatifinin, ulusal korumacı hapishaneler değil; üretimin ve paylaşımın yalnızca insanların gereksinimlerini karşılamak üzere dünya çapında demokratik planlamayla gerçekleştiği sosyalizm olduğunu anlatmaktır. Çünkü küresel sermayeye karşı sosyalist bir işçi sınıfı alternatifi, yalnızca, her türlü ulusalcı çözümün açıkça reddedildiği devrimci enternasyonalist bir perspektifle yaratılabilir.

Bütün bu nedenlerden dolayı, Marksistler, gerçekte egemen sınıfların farklı kesimleri arasındaki bir tür kayıkçı kavgasından ibaret olan anayasa değişikliği tartışmasında taraflardan biri olamazlar, olmamalılar. Onların görevi, işçi sınıfına bu anayasa değişikliği girişiminin altında yatan küresel ekonomik ve siyasi gerçekliği anlatmak ve onu kendi sosyalist anayasasını ilan etmek üzere, sermayenin egemenliğini devirmeye hazırlamaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir